3 Şubat 2011 Perşembe

Postmodernizm'den uzak kalabilir miyiz?

POSTMODERNİZM VE SİNEMA

         Postmodern öğelere sahip olan filmlere baktığımızda, kimisinin tamamen postmodern olarak nitelendirebileceğimiz özellikleri olsa da kimisi sadece bazı özellikleri ile bu kapsamda değerlendirilebilinir.

Steven Connor ve David Harvey postmodern sinemadan bahsederken en çok David Linch üzerinde durmuşlardır. Özellikle Linch’in 1986 tarihli Mavi Kadife (Blue Velvet) adlı filmi postmodern sinemaya çok güzel bir örnektir.



            Mavi Kadife’nin başrollerinde Kyle MacLachlan, Isabella Rossellini, Dennis Hopper ve Laura Dern yer almaktadır. Filmin orijinal ismi Blue Velvet, şarkıcı Bobby Vinton' un aynı adlı şarkısından alınmıştır.
Kuzey Karolayna'da bulunan Lumberton'daki bir kasabada çekilen film, bir komşusunun arka bahçesindeki çim arazide kesik bir kulak bulan kolej öğrencisi Jeffrey Beamount' un hikayesini anlatır. Jeffrey, olayı kasabanın şerifi Teğmen John Williams'ın kızı ve lise öğrencisi olan Sandy Williams'ın yardımları ile, kendi başına araştırmaya karar verir. Sandy babasının ofisinde duymuş olduğu, kulakla ilgili yardımcı olabilecek bilgileri Jeffrey'e sağlar. Jeffrey sonunda sosyopat bir suçlu aynı zamanda da tecavüz, cinayet ve uyuşturucuya karışmış bir çetenin lideri olan Frank Booth' un yeraltı dünyasına girer.
       Özünde bir dedektiflik hikayesi gibi gözüksede Mavi Kadife aslında daha derin anlamlar içeren bir filmdir. Film postmodernist bir biçimde, ana kararkterlerin hiç biriyle bağdaşmayan iki dünya arasında gidip gelmektedir. Bir yanda, lisesiyle 1950’li yılların Amerikan kasaba hayatı, öte yandan ruh hastalıkları, uyuşturucu ve cinsel sapkınlıkların olduğu şiddet dolu bir dünya var olmaktadır. Giysiler ve dekor tamamen ABD’nin 1950’li yıllarını anlatsa da karakterler daha çok 20. yüzyılın sonunu resmetmektedirler. Bu ikilem ve zaman parçalanması postmodern sinema için çok iyi bir örnektir.
1982 yılında Ridley Scott tarafından çekilen ve başrollerini Harrison Ford, Rutger Haure, Sean Young, Edward James Olmos’un paylaştığı ABD yapımı Blade Runner postmodern sinemanın başyapıtlarından sayılmaktadır.



      

         Distopik sinemanın en başarılı mekan tasvirlerine sahip olan Balde Runner, Philip K. Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep adlı kitabından uyarlanmıştır. Filmin konusu kısaca şöyledir: Eski bir polis olan Rick Deckard artık görevinin sonuna gelmiş olan replikaları “emekli etme” yani öldürme görevini üslenmektedir. Replikalar, insanların kopyası olarak üretilen robotlardır. İnsanlarla boy ölçüşebilecek derecede duygulara sahip olan replikalar, beyinlerine yerleştirilen hafızalar sayesinde kendileri bile gerçek insan olup olmadıklarını bilememektedirler. Replikalardan birkaçı bir gezegende isyan çıkardıktan sonra gizlice dünyaya girerler. Bunlardan biri olan Roy Batty, replikaların doğasında olan kısa ömür sorununu çözmek için “yaratıcısı” olan bilim adamını tehdit etmektedir. Replikaların peşindeki Deckard bu görevi sırasında bir replika olan Rachael’e aşık olması işleri iyice karıştırmaktadır.
Filmin dekorları oldukça görkemlidir. Gelecek dünyası dev gökdelenler, sürekli reklam sunan video ekranları, sürekli devam eden asit yağmurları, kalabalık ve çok kültürlü bir toplum içeren bir dünya tasviri yapılmıştır. Film bu dekorlar içerisinde gerçekliği sorgulamaktadır.
         Filmin dikkat çekici bir özelliği de içerdiği gizli mesajlardır. Deckard’ın bir insan mı replika mı olduğu sorusu ve “yaratıcı” bilim adamının aslında Tanrıyı simgelemesi, filmin sonunda Roy Batty’nin muhtemelen bir çarmıha germe simgesi olarak elini çiviyle delmesi hep bir tartışma konusu olmuştur.
Gerçek olanın ne olduğunu belirleyememe bu filmi postmodern öğelerin içine sürükler. Replikalarin “gerçek” olacak kadar “insan” olması modernist öğelerle tezat içerir. Blade Runner, esnek üretim ve zaman-mekan sıkışması bağlamına yerleştirilmiş, postmodernist temaların sinemanın elindeki bütün hayali olanaklar kullanılarak ele alındığı bir bilimkurgu meselesidir. Kopyaların yaşadığı korkunç kaderi de, harap, sanayisizleşmiş çürüyen bir postmodern dünyanın dökülen sokaklarında karıncalar gibi yaşayan insan kitlesinin boğucu koşullarını da aynı bırakmaktadır. (Harvey, 2006:348)




          The Matrix(1999) son yıllarda çekilen en önemli bilimkurgu filmlerinden biridir. Popüler kültürle felsefi söylemleri harmanlamayı başaran 20.Yüzyılın son büyük distopik filmi Matrix, 2003’te çevrilen 2 devam filmiyle beraber türün en göze çarpan filmlerinden biridir. Uzak doğu felsefesi, Hıristiyan öğretileri, eski Yunan felsefi düşünüşü ve modern distopik anlayışın başarıyla harmanlandığı bu film görselliğe önem vermesiyle de büyük bir izleyici kitlesi kazanmıştır.
         Film gelecekte geçmektedir. Makineler ile insanlar arasında gerçekleşmiş olan büyük bir savaşın sonunda insanlar makinelerin kölesi durumuna düşmüştür. Savaş sırasında insanların güneş enerjisini ortadan kaldırmak için atmosferi “bozması” nedeniyle makineler yeni enerji kaynaklarının peşine düşmüşlerdir. Sonunda insan vücut ısını kontrol edip ondan yaşamlarını sürdürebilecek enerji üretmeyi başaran makineler “tarlalarda” insan yetiştirmektedir. İnsanların bağlı oldukları kapsüllerden uyanıp isyan çıkarmalarını önlemek amacıyla suni bir rüya görmeleri sağlanmaktadır. Matrix adındaki bu rüya 1990’lı yılların dünyasını insanlara gerçekmiş gibi sunmaktadır. Aslında bir yazılım olan Matrix’te yaşayanlar sanki her şey gerçekmiş gibi hayatlarını sürdürmektedir. Bunlardan biri olan Thomas Anderson veya bilgisayar korsanlığı yaptığı adıyla Neo’da bunlardan biridir. Neo’nun insanlığı kurtaracak seçilmiş kişi olduğuna inanan Morpheus ve yardımcısı Trinity gerçek dünyada yaşayan ancak Matrix’e kaçak olarak giren asi güçlerin birer elemanlarıdır. Neo’yu kurtarıp makinelere karşı büyük savaşa hazırlanma amacı gütmektedirler.
        Suni bir yaşam ve gerçeğin ne olduğunu sorgulayan Matrix son yıllarda felsefi  öğeleri en fazla gündeme getiren filmdir. Ancak bunu yaparken ticari kaygıları bir kenara atmamış şiddet içeren sahneleriyle görselliğe önem vermiştir. Ortaya attığı yeni ağır çekim teknikleriyle türe büyük yenilikler getirmiştir.
        Film gelecekte çölleşmiş bir dünya, dev makineler şehri, yerin binlerce kilometre altında kalan son insan şehri gibi birçok gelecek tasvirinden bahsetmektedir. Oluşturduğu suni yaşam düşüncesi ve gerçek sandığımız her şeyin aslında sahte olabileceği şüphesi filmin konusunda önemli bir yer tutmaktadır. İnsanlar bu sahte yaşamın farkında olmadan hayatlarını bir kapsülün içinde geçirmekte filmde de anlatıldığı gibi sadece makinelerin birer pilleri olmaktan öteye geçememektedir. Dijital cihazların artması ve internetin yaygınlaşması filmde anlatılan suni yaşam ağının gelecekte mümkün olabileceği ön görüsünü gözler önüne sermektedir.
        İnsanlaşan makineler,zaman-mekanın gerçek olup olmamasının belirsizliği postmodern öğeleri bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Film içerik olarak klasik sinema öğelerinin kullanıldığı ,biçimsel olarakta son teknolojinin yeraldığı modern sonrası bir filmdir.



        Ucuz Roman (Pulp Fiction) filmi biçim ve içerik uyumsuzluğu açısından tam bir postmodernist bir filmdir.
Filmin ismi 1940’lı yılların kültürünü çağrıştırmasına rağmen 1990’lı yıllarda geçmesi zaman-mekan uyumsuzluğuna bir örnektir. Film içinde birçok sefer bu durum belirtilmiştir. Bu özelliği ile Mavi Kadife ile benzer özellikler gösterir. Bu duruma örnek olarak 1959 tarihli Tv programlarının ekranda gözükmesi, kullanılan otomobillerin 1960’lı yıllara ait olması gibi öğeler sunulabilir.
Filmin en önemli özelliği parçalı kurgu anlayışıdır. Filmi 3 bölüm halinde hazırlanmış ve sonu orta kısma konularak seyirciye sunulmuştur. Zaman karmaşasını yaratan bu durum klasik sinema için oldukça radikal bir adımdır.
Film ayrıca sinema tarihine birçok göndermeler içermektedir.
Gerçeğe Çağrı (Total Recall) ve Vanilla Sky gibi filmler gerçeklik olgusunun üzerinde durmuşlardır. Gerçekle suni dünya arasında ki fark veya fark olmamasını irdeleyen bu filmler postmodernist filmlerin mekan olgusuna bakışını özetlemektedir.
       Yukarda sayılan filmler gibi tam olarak postmodernist sayılamasa da bu tür öğeleri içeren çok sayıda film bulunmaktadır. Bu filmler klasik sinema anlayışını yok etmekte, tarih ve gerçeklik olgusunu yeniden yorumlamaktadırlar.


ONUR ÇOBAN

KAYNAKÇA

KİTAPLAR:
AnaBritannica, İstanbul,Hürriye Ofset Matbaacılık ve Gazetecilik AŞ, 1994
Anderson, Perry, Postmodernitenin Kökenleri, İstanbul ,İletişim Yayınları, 2005
Benjamin, Walter, Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Yapıtı adlı makalesi
Biryıldız, Esra-Sinemada akımlar, İstanbul,Beta Yayınları, 2002
Connor, Steven, Postmodernist Kültür, İstanbul ,YKY, 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder