25 Temmuz 2011 Pazartesi

Anlatacak yedi gecesi var mı hayatının?





Gece Kulübü



-İçeri herkesi almıyorlar.Bildiğin kulüplerden değil.

-Ne yapmak gerekiyor?

-Kapıdakini ikna etmek.

-Neye?

-Hayatının yedi gecesine.

-Nasıl yani?

-Anlatacak yedi gecesi var mı hayatının? Ona bakıyorlar.

-Hiç böyle bir şey duymadım.

-Bin bir geceyi de mi duymadın, birkaç gecesini olsun okumadın mı?

-Herkesin o kadar var mıymış peki?

-Her hayatın vardır mutlaka unutulmayan bir yedi gecesi.

-Ya hiç düşünmedim, böyle sorunca da aklıma anlatacak hiç bir gece gelmiyor.

-Nasıl öleceksin?

-Ne, nasıl öleceğim?

-Yedi gecesi bile olmayan bir hayatla nasıl öleceksin?


Murathan MUNGAN/Kibrit Çöpleri



21 Temmuz 2011 Perşembe

Korteks - Morteks, yazmak için eften püften nedenler...

ömür dediğin üç gündür
dün geldi geçti, yarın meçhuldür
o halde ömür dediğin
bir gündür, o da bugündür

der Özdemi Asaf bir şiirinde.

Ancak eksik bilgiyse tamamlayın, ya da olmadı düzeltme hissinizi kendinize saklayın, korteks tabakası diye bir şey vardır insan beyninde, işte o ne idüğü belirsiz, ancak kimi sarhoş sofralarına meze tabaka, meze olmasından belli bir şekilde alkol desteği ile aradan çekilir ve insanı dünün ve yarının prangalarından kurtarır, ona sadece ve sadece bugünü hediye eder.

Bir word vardır benden içeri. Proust’u Proust yapan kalemidir kalemi.

Neyse ki adamın zamanında Word diye bir şey yokmuş, böylece hiçbir kelime işlem programı onun insanı bir nehir misali eller üzerinde, bir rüya kayganlığında varoluşun ışıltılı denizine taşıyan sayısız kelimeyle örülü, paragraflar, paragraflaaaaar süren cümlelerine karışan olmamış.

Oysa ben medeniyetin bu ağır yükünü üzerimde hissetmekteyim.

Ne yazsam word derhal hüküm vermekte. Elinde yeşil bir kalem, cümlelerimin altına derhal bir çizgi çekmekte. Henüz uzun cümle arsızı olmamışsan eğer, yapacağın hareket belli. Cümle üzerinde acil bir sağ klik; açılır pencere demekte: Çok Uzun Cümle.

İyi de sana ne!

Yazı benim.

Yazan benim,

Okuyan üç beş kişi. Onlar da buraya zaten beni ben gibi kabul ederek geldi.

Ne demiştik?

Korteks tabakası.

İşte o tabaka neyse ona ifrit oluyorum. Günlük hayat hay huyunda, kendime çizdiğim sınırlar dahilinde zaman zaman bir iki kadeh parlatıyorum.

İşte o zamanlar, zihnimin karanlık sularına bir güneş gibi doğuyor dizeler:

ömür dediğin üç gündür
dün geldi geçti, yarın meçhuldür
o halde ömür dediğin
bir gündür, o da bugündür

İşte o zaman, siliniyor tüm belirsizlikler. Ya da aslında her zaman oldukları gibiler, ancak benim umrumda değiller.

Güzeeeeel…

Okuyan da bu hatun kişi her zaman içiyor zanneder?

Değil, değil de, şu an ki konu bu.

Bir başka konu ise yazarların ne kadar ahmak olduğu.

Herkes zaman zaman içer, ama kimse bunu yazarak itiraf etmez.

Bilin ki dünyanın en dürüst itirafçıları yazarlardır.

Anlatmak, başkalarına yorum yapma hakkını tanımaktır.

Ancak tüm bu koşuşturmaca ve iki yakayı bir araya getirme telaşı içinde kim size “an”ı yalnızca “an”ı hediye eder?

Geçiyorum parklardan bahçelerden.

Görüyorum büstler, görüyorum heryerde heykeller.

Hayat öyle hızlı ki, bronz bir büste dönüşmüş şahsiyetin adını bile okumak mümkün değil. Okusam ne fayda. Farzedelim Çakır Ahmet Paşa (yok böyle biri ya), diyelim ki şehri korumuş haçlılardan. Ve varmış 4 karısı 18 evladı. Ve o kahramanca savunurken şehri, saplanan bir hançerle ve dahi bir tane daha, olmuş ölümcül bir yarası. Ve ardından 14 yıl 14 ay yas tutmuş 4 karısı….

Ne fark eder?

Görüyorum, büstün altındaki bankta öpüşmekte sevgililer.

Çünkü hayat bir gündür, o gün de bugündür.

Ve gidenler için ise bir gün bile değildir.

Bu durumda içmemelidir de ne bok yenmelidir?????


Resim: bir nebula ya da ne bu laaaa?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Who wants to live forever?



Kim ister ölümsüz olmayı?

Yani ölümsüzlüğün gerçekten ne demek olduğunu düşünen kimse istemez.

Bitmeyen bir ömür düşünsenize...

okullar  okuyorsunuz, öğreniyorsunuz, büyüyorsunuz, çalışıyorsunuz, insanlarla yakınlaşıyor, insanlarla uzaklaşıyorsunuz, aşklar yaşıyor, evleniyor, çocuk yapıyorsunuz, çocuklar yetiştiriyor, okutuyorsunuz, onları evlendiriyor, emekli oluyor, yeteneklerinizi keşfediyor, meraklarınıza vakit ayırıyorsunuz, bişeyler yaratmaya, üretmeye çalışıyorsunuz, torun seviyor, onu da büyütüyorsunuz eee sonra ??

Daha önünüzde yüz yıllar var...  ölmeyeceksiniz...  de ne yapacaksınız?

binlerce kitap okudunuz,  film seyrettiniz, kitap yazmayı denediniz,  müzik aleti çalmayı öğrendiniz, resimler, heykeller, oymalar, boyamalar vs. vs. yaptınız, sergiler açtınız,  dünyanın her yerini gördünüz,  yaşamadığınız,  denemediğiniz bir şey kalmadı eee sonra ??

hayat devam ediyoor...     hayata, çevrenizdeki insanalara ve kendinize daha kaç yıl tahammül edebileceksiniz?

Bence ölüm bir nimettir, hediyedir, bir çok zorluk ve sıkıntı yaşamış insana bütün yükleri atma, sorumluluklardan kurtulma, huzura kavuşma ödülüdür.

Ve ölümsüzlük diye bir şey de yoktur aslında...           
ne çocuk yapmak, ne sanat yapmak, ne  de icat yapmak bizi ölümsüz kılar.

Mozart da olsan Sheakspear de olsan ismin yüzlerce yıldır anılıyor olsa bile bunun sana bi faydası olmaz, çoktan ölmüşsün ,kemiğe toza dönmüşsündür...

Şimdi geliyoruz konunun ana fikrine;

önemli olan elimde varolan kısıtlı süreyi en doyumlu,  en onurlu, en yaratıcı, en cesur şekilde ve en çok hakeden insanlarla geçirebilmektir...

gerisi laf ü güzaf...









1 Temmuz 2011 Cuma

Yaranın çıplaklığına vurulmaz





Blok ortağımla bloglarda, facebook'ta, twitter'da  yazmak üzerine konuşuyoruz.

İnsanların eskiye oranla daha fazla teşhirci olduklarından, daha fazla görülmek, bakılmak istediklerinden, ilişkilerini ve özel hayatlarını internette sergilemekten zevk aldıklarından söz ediyoruz. 

Artık evlilik yıldönümleri, ayrılmalar, barışmalar, kavgalar, flörtler herkesin gözü önünde gerçekleşiyor.Mahremiyet ve romantizm demode oldu.

Andy Warhol haklı çıktı herkes bir dakika da olsa meşhur olabiliyor artık. 

Tabi bu tartışmanın ucu kendimize de değiyor. Çünkü bizim de çoğunlukla  kendi dertlerimizden bahsettiğimiz bloglarımız var. Ama bence blogda yazı yazmanın daha samimi ve özel bir hali var.

Facebook'ta yazmak kahvede herkesin içinde ve herkese duyurarak konuşmak gibi geliyor bana, blog ise seni evinde ziyarete gelenlerle sohbet etmek gibi.

Başka bir blog yazarının yaşamını, duygularını sıkıntılarını okuduğumda "ne kadarda aynıyız, ne kadar da insanız, hepimiz eşit oranda dertli, yalnız ve yaralıyız" diye düşünüyorum. 

Ben tam bunları düşünürken Murathan Mungan sözü alıyor ve şöyle diyor :

"Dünyanın bütün hikayeleri aile yaralarıdır. Orada başlar, orada gelişir oraya dönerler.

Birikmiş ev içi kinleri, mutsuzluk fazlası, kirli sırlar, açık yada örtük şiddet, aşırı sevginin yaraladığı benlikler, istenmezlikler, erken kayıplar, öksüzlüğün, yetimliğin, üveyliğin saymakla köpüren, köpürdükçe birbirine benzeyen nedenleri...

Mutlu yada mutsuz bütün sonlar kaçınılmazdır. Bunu bilince daha rahat anlatır insan bir başkasına kendi hikayesini.

Yaranın çıplaklığına vurulmaz.Anlatmaya soyunanlar buna güvenir.

Giyinik yaralarla yazanların, anlatanların hikayelerindeyse bizi inandırmayan bir şeyler vardır.

Yarasının farkında bile olmadan yaşayanlarınsa anlatmaya, dinlemeye değer hiçbir hikayeleri yoktur, onların düzayak mutlulukları vardır ; kolay sevinçleri.

Bir dosta yarasını gösterir gibi anlatanlar için anlattım bu güne kadar ne anlattıysam."

Senin yaranı gördükçe benimki kabuk bağlıyor, yaran kapansın diye benimkini gösteriyorum...