19 Ocak 2012 Perşembe

"Hepimiz Hrant'ız"




"Hepimiz Hrant'ız"


Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi'ye...


seni tanımıyordum, Hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle
uyurkenki resmini,



hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
şeyler uğruna olsun isteyecek herkese,
her ölümlüye benzeyen güzellikte...
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
zorbalarıyla baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını, yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu hisseden
mahallenin sessiz yetimlerine
güç veren dirilikte
uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,



artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, Hrant gibi,ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
Agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;



Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim,
bir de -biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere, çömez muhabirlere-
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde...



ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, İsa Peygamber'inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı başardığın
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler...



hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman,
Tanrı'nın eliyle okşanmışçasına sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
'sessizliğin sesi'ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
'tedirgin güvercinler'...
seni tanımıyordum,
fazlaca tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
Tanrı'nın 'Meryem Ana' evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, 'bizimkiler'!



kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, Tanrı'yı bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
O'na ait olduğunu bilsinler!



seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağınlan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,



vursalardı beni de, senin gibi,  Hrant Dink,
 bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir 'karambol' eseri
Balıklı Mezarlığı'na defnetsinler isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret'in,
Hamparsum'un, Nikolaki Ağa'nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
'Ermeni' toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?



örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, Hrant Dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün 'tedirgin' sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, 'eskilerin' sözüyle,
'sınıfsız ve devletsiz',
çitsiz, çepersiz, çetesiz
çayırlarında, ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
Tanrının adını, yalnızca O'nunkini
yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!



ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
şevkini veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerine...

26 Ocak 2007
Cahit KOYTAK


17 Ocak 2012 Salı

Pişmanlıklar ülkesi

İnsanlar neden zayıf kalmak ister çözdüm ben. Hedef ne fotoğraflarda daha zarif çıkmaktır, ne de sıfırın altında eksi bedenlerden başka çözüm sunmayan genel geçer hazır giyim falan filanlarında kıyafet bulabilme özgürlüğüne biraz daha sahip olmak.

Esas amaç, zamanla köşe kapmaca oynamaktır ve belki de zamanı durdurduğunu sanma yanılgısına kapılmak.

Çünkü eski resimler yüzünüzdeki gerginliği gösterebilecek kadar net değildir aslında. Çünkü eski resimlere baktığınızda, şimdiki zamanla aradaki 7 farkın 6 sının da kilo ile ilgili teferruatlar olduğunu bilmektir diyetisyenlere bel bağlamanızı sağlayan. Geriye kalan bir ise, sadece ve sadece modası geçmiş kıyafetlerdir ki onlar da görmezlikten gelinebilir.

Bir zamanlar,  bir kitabında dediği gibi Erich Fromm’un (ki o aslında Freud kadar ünlüsü varken bir çoklarına göre sadece ve sadece “kim?”dir) dediği gibi, insanların neden delirdiği değil de neden delirmediğini incelemelidir bilim. Çünkü insanoğlu yokolucağını bilen tek canlı değil midir?

Ve öyleyken böyle. Metabolizman git gide yavaşlar ve zaman git gide hızlanırken bodoslama kabire (doğru),  zayıf kalmak için çırpınırken sen, hiçte komik duruma düşmemektesin sadece zamanın hükmüne karşı zavallılığının altına bir imza daha atmaktasın bence.

Ölüme inat,
Korkulara inat,
Bir paket daha bisküvi açarken ise kendini korkusuz hissetmektesin. Bu bir “tokluk” grevi.
Yaşasın hayat!
Yaşasın mutluluklar ama pişmanlıklar ülkesi…



11 Ocak 2012 Çarşamba

hiç söyleyen oldu mu sana...






SOL ELLE YAZILANLAR


bunu hiç söyleyen oldu mu sana,
sen ey, hazır yiyici, hazır giyici
sıradan okuyucu:

her söz senin gözlerinin içine
bakılarak söylenir
söylenmesine, ama

sakın kusura bakma,
sözün aslı, sözün hası
senin için değildir!

sözün aslı, sözün hası,
önüne dikildiğin
ve göz göze gelmemize

engel olup durduğun
büyük okuyucu içindir,
henüz doğmamış olan içindir

o doğmamış olan ki,
bunları okuyacak ve bunlara
‘henüz yazılmamış olanı’ı ekleyecek

bunları okuyacak
ve bunlara kendini
ve zamanını katacak

ve bunları aşacak
ve kendini aşacak
ve çağını aşacak.



Cahit Koytak

Yoksulların
ve şairlerin kitabı



9 Ocak 2012 Pazartesi

Jeyizlerimi de getirdim jeyizlerimi de......


İlkokuldayken, öğretmenim anneme şaşkınlık içinde demiş ki “Binnur bana küstü!”
Ulen öğretmene küsülür mü?
Küsülür işte, eğer gençsen ve masumsan, çıkar kaynağının kim olduğunu takmıyorsan, senin ruhunun kitabına uymayan bir iş yapanın defterini (geçici bir süre de olsa) kapatıverirsin biter.

Konu da öyle mühim bir konu değil üstelik. Neymiş, beni sınıf başkanı seçmemiş. Fakat daha sonrasında öğretmenimin benden aldığı dersten ziyade benim olaydan çıkardığım sonuç daha önemli. Sayemde sınıf başkanı ayda bir değişir olmuş, benden öte keyiflisi mi var! Elbette ikinci ayın başkanı benim. Ve ne öğrendim! Sessizlik  insanları ürkütür. Hele ki normalde çın çın çınlayan bir minik cam çansanız…

Fakat sessizlik bazen istediğinizi elde etmek için değildir. Gerçek bir çaresizliktir.
Bazense küskünlük
Bazense cezalandırma. İşin ilginci ceza dediğiniz şey tam da karşınızda durana biçilmiş bir eziyet değildir. Direk kendinize, kalbinize soktuğunuz bir hançerdir sessizlik.

Nicedir yazmıyorum mesela ben.

Ve Balkanlardan Türkiye’ye  nice zahmetlerle getirtilmiş Aysel’e mikrofon uzatıldığında, neredeyse ilk kurduğu cümle gibi:
“jeyizlerimi de getirdim jeyizlerimi de…” ezberinde bir cümlem var:

“Ben yazsam ne olacak moruk?”

Ehehe
Vay anasını gülmek istiyorum sayın seyirciler.
Ne bekliyordun ki zaten?

Psikologum (ki kendisi israrla benim psikologum olmadığını 20 senedir iddia etmektedir. Durumumuz “yahu bu ilacı kullanma alışkanlık yapıyormuş. Yok canım ne alışkanlığı, ben 20 senedir kullanıyorum bir şeycik olmadı fıkrası dozundadır) ise şöyle demektedir:

“Sen ‘ben buna değmem!’ modundasın. Kendini küçük görüyorsun”

Bu arada psikologum kendisine atfettiğim sıfatlar arasında en çok arkadaş-dost kısmını beğenmekte. Bu iyi bir şey tabi. Demek ki  bir dost olarak daha çekilir ve kıymetliyim. Ancak benim doktoruma Allah sabır versin.

HA bir de bana “kuzen” de dedğini unutmamalı tabi. Bu sıfat ise beni içten içe düşündürmekte.
Kuzen bir akrabadır çünkü. Sen seçmezsin, kader onu sana biçer. Atsan atamazsın, satsan satamazsın. Yolda yanlışlıkla bastığınız sakız gibi bir şey anasını satiim. Yol boyunca sizinle.

Neyse.

Peki bu göğsü kınalı serçe de ne?

O da benim.

Son zamanlarda bol bol yemekteyim. Göbeksel olarak durum bu. Kınalı bir taraf ise şimdilik yok.
Ancak kalemimi kırmaya devam edersem kısmet olur da 80li yaşlarımı görürsem geçmişe baktığımda kendime reva gördüğüm komplekslerden dolayı bir taraflarıma yakacağıma eminim.



3 Ocak 2012 Salı

tenimizdeki diken...






        SCHOPENHAUER’DAN :
·          
  • Endişelerimiz ve kaygılarımızın yarısı başkalarının bizim hakkında düşündüklerinden kaynaklanır.Bu dikeni tenimizden çıkarmalıyız...

  • Hangimiz,  başkalarının ne düşündüğünü fazlasıyla önemseyen birini  –bu kişi kendimiz de olabilir- tanımayız ki? Böyle bir kişiye bir soru sorulduğunda yanıt için kendi içine bakmaktansa yanıtı dışarıda arar; hangi yanıtı istediklerini ya da beklediklerini görmek için diğerlerinin yüzlerini tarar.

  • İyi bir izlenim yaratma isteği o kadar güçlüdür ki pek çok idam mahkûmu, idama giysilerini ve son hareketlerini düşünerek gitmiştir

  •  Oysa başkalarının fikirleri her an değişebilen bir hayaldir. Fikirler pamuk ipliğine bağlıdır ve insanı başkalarının ne düşündüğüne ya da daha kötüsü ne düşünüyormuş gibi göründüklerine köle eder (çünkü gerçekte ne düşündüklerini asla bilemeyiz)

  • Gerçekten önemli olan tek şey ne olduğumuzdur. İyi bir vicdan iyi bir şöhretten daha anlamlıdır. İçsel dengimiz,  bizi rahatsız edenin olaylar/durumlar değil, onları nasıl yorumladığımız olduğunu bilmekle sağlanır. Yani hayat kalitemiz deneyimlerimiz tarafından değil de, deneyimlerimizi yorumlama biçimlerimiz tarafından belirlenir.
  • Maddi zenginlik ulaşılamayacak bir hedeftir.Ne kadar çok mala sahip olursak,o kadar fazlasını isteriz. Zenginlik deniz suyu gibidir : içtikçe susuzluğumuz artar. Sonunda biz mallara değil - onlar bize sahip olur.

      (bildiğimiz şeyler ama bazen yeniden hatırlamak gerekiyor)