ve tutmuş şakağında
Cahit KOYTAK
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı
*Fransız şair
Bazen kitap okumayı neden bu kadar sevdiğimi düşünürüm.
Altını çizdiğim her “düşünce” aklımdan zaman içinde geçenlerin somutlaşmış halidir hep.
Masalların büyüsü altında bir çocukken ben, okuduğum bir masal vardı.
Şu işe bak, bu işe yaradı…
Böylece gönül gözünüz açılır,
Elbette varolmanın dayanılmaz güzellik kapısının ardına kadar, tam da sizin için açıldığı gibi….
ömür dediğin üç gündür
dün geldi geçti, yarın meçhuldür
o halde ömür dediğin
bir gündür, o da bugündür
der Özdemi Asaf bir şiirinde.
Ancak eksik bilgiyse tamamlayın, ya da olmadı düzeltme hissinizi kendinize saklayın, korteks tabakası diye bir şey vardır insan beyninde, işte o ne idüğü belirsiz, ancak kimi sarhoş sofralarına meze tabaka, meze olmasından belli bir şekilde alkol desteği ile aradan çekilir ve insanı dünün ve yarının prangalarından kurtarır, ona sadece ve sadece bugünü hediye eder.
Bir word vardır benden içeri. Proust’u Proust yapan kalemidir kalemi.
Neyse ki adamın zamanında Word diye bir şey yokmuş, böylece hiçbir kelime işlem programı onun insanı bir nehir misali eller üzerinde, bir rüya kayganlığında varoluşun ışıltılı denizine taşıyan sayısız kelimeyle örülü, paragraflar, paragraflaaaaar süren cümlelerine karışan olmamış.
Oysa ben medeniyetin bu ağır yükünü üzerimde hissetmekteyim.
Ne yazsam word derhal hüküm vermekte. Elinde yeşil bir kalem, cümlelerimin altına derhal bir çizgi çekmekte. Henüz uzun cümle arsızı olmamışsan eğer, yapacağın hareket belli. Cümle üzerinde acil bir sağ klik; açılır pencere demekte: Çok Uzun Cümle.
İyi de sana ne!
Yazı benim.
Yazan benim,
Okuyan üç beş kişi. Onlar da buraya zaten beni ben gibi kabul ederek geldi.
Ne demiştik?
Korteks tabakası.
İşte o tabaka neyse ona ifrit oluyorum. Günlük hayat hay huyunda, kendime çizdiğim sınırlar dahilinde zaman zaman bir iki kadeh parlatıyorum.
İşte o zamanlar, zihnimin karanlık sularına bir güneş gibi doğuyor dizeler:
ömür dediğin üç gündür
dün geldi geçti, yarın meçhuldür
o halde ömür dediğin
bir gündür, o da bugündür
Görüyorum büstler, görüyorum heryerde heykeller.
Hayat öyle hızlı ki, bronz bir büste dönüşmüş şahsiyetin adını bile okumak mümkün değil. Okusam ne fayda. Farzedelim Çakır Ahmet Paşa (yok böyle biri ya), diyelim ki şehri korumuş haçlılardan. Ve varmış 4 karısı 18 evladı. Ve o kahramanca savunurken şehri, saplanan bir hançerle ve dahi bir tane daha, olmuş ölümcül bir yarası. Ve ardından 14 yıl 14 ay yas tutmuş 4 karısı….
Ne fark eder?
Resim: bir nebula ya da ne bu laaaa?
Niye yazıyorsun?
Ve çok az insan senin için nefesini tutar, dibe iner, dibine iner ve belki tam da işte o anda ayaklarını vurduğu gibi yüzeye çıkar.
Ama bu kez dolu dolu.
Epik tiyatro gibi…
Ama Brecht’e takmış o adam demişti ki bir epik tiyatro eserini izleyen insan, oyundan çıktığında tekrar düz bir çizgi ile hayatına devam eder; ancak bu kez daha yüksekten devam eden bir düz çizgi halinde…
Derdim dünyam olmayan insanların çizgileri değil…
Derdim beni bilen, beni ben olarak kabul eden insanlara kendim hakkında biraz daha detay sunabilmek.
Kendi kişisel tarihimi (yazmadıgım ve düşünmediğim, düşünmedikçe nöronlar arası alışveriş oranını düşürüp unutuluş çöplüğüne ittiğim) kalıcı kılmak.
Benimkisi beni ilgilendiren insanların kalbinde daha derin (ama acısız) çizikler bırakmak isteği.
Benimkisi Milan Kundera’nın dediği gibi bir nevi “küçük ölümsüzlük” peşine düşmüşlük…
Henüz gelmemiş günlerin (ve ben öldükten sonra geleceğini umduğum, bu yüzden bana “gün”gibi değil, işte tam o zaman kocaman bir boşluk gibi gelmesini hayal ettiğim) düşünü kurmak çok ağır olsa da, ben öldükten sonra ölecek olan sevdiklerim ile ölmek…
İşte bu, küçük ölümsüzlüktür.
Büyük olanı, tüm dünyaca anımsanmak…
Bana sorarsanız, tenimin nasıl koktuğunu, saçımdaki inatçı kıvrımları, yorgun ve konsantrasyon ihtiyacı içinde iken nasıl sinirli olduğumu, çocukken alınmış geniz etimden dolayı geceleri bir bebek sessizliğinde uyuduğumu, ağlarken yüzümün nasıl buruştuğunu, sağ kolumun bir doğum defekti neticesinde tam açılmadığını, kızıma da geçirdiğim genel vericiliğine / nadide alıcılığına sinir olduğum kan grubumu, karanlıktan korktuğumu, asansöre binerken gerilen yüz ifademi, tüm kedileri annesinin çilekli- şekerli pastası diye sevdiğimi, kavga döğüşlü filmler seyredemediğimi, şehit haberlerinde kahrolduğumu bilen sevdiklerimin anında kanal değiştirdiğini, kadın olarak doğduğum için hem çok küskün hem de çok gururlu olduğumu bilmeyen insanlar beni ben yok olduktan sonra hatırlasalar ne olacak?
Son günlerde digital bir avarelik içindeyim. Edebi bir yaklaşımla, her gerçek kitap kurdunun bir şekilde en okunası kitaplar listesinde anarak yaşatmaya çalıştığı Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ına atfen buna biz en iyisi dijital (digital mi dijital mi) aylaklık diyelim.
Demek oğlu demek.
O da eğitim denen yüce bir kılıf içinde eğip bükmekten, şekilden şekle sokmaktan açıklaması zor bir haz aldığınız evladınızın içinden çıkagelen içten sözler…
“Annemi olduğu gibi seviyorum…”
Çocukken, “müteattit” defalar babamdan duyduğum bir söz var: “Türkiye’de aç kalınmaz!”
Canım babam bu lafı üniversite yıllarımdan beri 6 kez meslek, 8 kez işyeri değiştiren beni, biricik kızını düşünerek söylemiş değil elbet. Çünkü eğer beni düşünüyorduysa hipotezi göreceli olarak yanlış çıkmış durumda; şu an kocam olmasa açım.
Kendimi övmek değil, geçmişimle dövmek adına mesleklerimi bir bir saymak istiyorum.
İletişim fakültesinde okurken bir gazetenin abone servisinde çalıştım (hadi öğrenci mesleği diyip bunu saymayalım), yüksek yaparken havaalanlarında (2 ayrı sene 2 ayrı havalanı) yer hostesliği yaptım. (bu arada lisans ve yüksek lisansı 2 ayrı üniversitede okudum).
Mezun olmadan televizyona kapağı attım, orada “ne iş verirseniz yaparım abüüüüüüü!” modunda muhabirlik, alt ses okuma, arşivcilik, zaman zaman kameramanlık bile yaptım, oradan ayrıldığımda artık İngilizce bir gazetede yazardım.(Arada bedavadan yazdığım dergileri saymıyorum bile) Ardından dürttüler Amerikan menşeeli bir özel bilgisayar kursunda bilgisayar öğretmeni oldum. O da yetmedi, 10 sene içinde Türkiye’nin 2 prestijli kolejinde bilgisayar öğretmenliği yaptım. (İnternet programcılığı türü sertifikalarım da cepte) Bu arada yine çok prestijli bir yayınevinden çıkardığım, biri uluslar arası arenada ödül almış 2 kitabımdan bahsetmiyorum bile (bu bahsetmemiş halim mi?) Senelerin ördüğü ağlar içine 2 ayrı yabancı dil ipi sardım, kendimi de cv’mi de oya gibi işledim. Geçenlerde baktım bilgisayar öğretmenlerinin geleceği tehlikede, ortaya İngilizce sertifikamı çıkardım ve tanıdık okul müdürlerine sertifikamı MEB’e sunup beni İngilizce usta öğreticisi yapmaları için yalvarmaya başladım.
Sonuç:
İşsisizim
Boşluktayım (para kazandırmayan ama itibar kazandıran, fakat bu ikincisi ile bakkaldan bir paket üçü bir arada kahve bile alınamayan bir iş daha, bir kitap daha kısaca, yazma çalışmalarımı saymazsak)...
Olmayan likiditeme, kredibiliteme aldırmadan da bana gülümseyen bu gözler ve dudaklar kendimi şanslı hissettiriyor. Öte yandan dolu dolu 3 sayfa yer işgal eden bol maddeli geçmişimi (öz mü? pöhhhh) yırtıp atasım var. Sarte’ın bir kahramanının başına gelen gibi nereye baksam amansız bir “bulantı”…
Nasıl bu kadar kolay olur harcanmak?
El mi yaman bey mi yaman?
Not iki: İş var mı abüüüüü?
Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda
Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi,
Resim Delaroche'un , şiir Rimbaud'nun. Yazı ise Binnur'un olacak.
Ancak ilk ikisinden farklı olarak bu sonuncusu olmasa da olur kategorisinden...
Yazmak artık içimden gelmiyor. Kimileri buna depresyon diyorlar. Bense tercihli hiçleşme.
"Bak," diyorum kendime, "Rimbaud da 20 yaşından sonra elini bir daha kaleme sürmedi"... Ki o dünyanın sayılı şairlerindendi(r).
Ve ben onun kalemi bir kenara koyduğu yılın iki kat civarındayım.
40ları çözemedim, buralardaki hava kütleleri ya çok ağır ya da çok hafif, bir sabah kalkıyorum hava boşluğundayım, bir sabah kalkıyorum, serçe kanadındayım.
Fakat şu başarısızlık hissi yok mu kardeşim, ve ömrünü boşa tüketmişlik şüphesi...
ve bir de şey var tabi, hep yanlış zamanda yanlış yerde olmayı nasıl başarabildin be güzelim, diye zoru başarıp hem kendinle hem zemin hem de kendine üstten bakar olabilmek!
Velhasıl yazsam ne olacak, yazmasam ne olacak.
İnsan iyi günündeyse bir gün bir kitapta okuduğu gibi "kendini yıldız tozu" olarak görür, kötü gününde ise bir şarkıda duyduğu gibi alelade bir toz.
Toz işte toz, süpürülmeye müsait bir zerre...
Ve harcanmışlık hissi
ve geçer bunlar
ve aslında kim harcanmadı ki ler...
ve delarochelar ve rimbaudlar ve ophelialar
ve aylar
ve günler
ve dakikalar....