18 Aralık 2011 Pazar

şiir zamanıdır...











ISIDORE LUCİEN DUCASSE*

toplam yirmi dört yıl
yedi ay, yirmi gün
on bir saat yaşamış.
ve bir otel odasında
intihar etmiş.

bu ölme becerisi, muhtemelen,
kalıtımsal bir özellikmiş.
çünkü zavallı annesi de,
o daha yirmi iki aylıkken,
başarıyla kıymış kendi canına

“Maldoror’un Şarkıları”,
yahut ”Onaylanmış bilginin ,
intiharı” diye anılmayı hak eden
şiirimsi metinler karalamış.

bu notlara bakılacak olursa,
aklı, bir süs köpeği gibi
tasmasından tutup, bütün bir ömür,
ruhun kenar mahallelerinde
sokak sokak gezdirmiş.

sonra bir gün köpeğini kaybetmiş;
o gün akşama kadar aramadığı sokak,
bakmadığı delik kalmamış,
akşam yorgun argın otele döndüğünde,

“bir de kafamın içine baksam, yahu!
bir de kafamın içine baksam,
bir de kafamın içine yahu” demiş

ve tutmuş şakağında
şiiri gibi akıl dışı, trajik
bir delik açıvermiş.



Cahit KOYTAK
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı


*Fransız şair







11 Ekim 2011 Salı

Hem kimselerin değmediği, hem de herkeslerin değdiği topraklara basmak...

Bazen kitap okumayı neden bu kadar sevdiğimi düşünürüm.

Vardığım sonuç hep başkalarını beyinlerinden geçene ulaşabilmek ile ilgili bir şeydir.

Bir de bu esnada kendi düşüncelerimi keşfetmek tabi.

Altını çizdiğim her “düşünce” aklımdan zaman içinde geçenlerin somutlaşmış halidir hep.

Günlük hayatın hayhuyundan kendimi bir koparabilsem, tüm bu düşünceler yüzeye yakın yüzen balıklar gibi görünür olmaktadırlar aslında. Ama ben her ne hikmetse, bundan bırakın bir yıl sonrayı, bir gün sonra bile önemi kalmayacak olan şeylere adanır dururum.

Ve orada hazırda, beni beklemekte olan binlerce cümle vardır kitaplarda. Hem de elime kalemi alsam sanki tam da benim yazacağım gibi.

Bu belki de bir yanılsamadır.

Fakat özde herkes kendi kurabileceğini sandığı cümleleri kuran yazarlara tutkundur.

Buna ister kendini bilmezlik deyin, ister hayal kurmak; kitap okumak aslında dünyanın en güzel işlerinden biridir.

Beyninizin uzun zamandır kapısı açılmadık odalarını havalandırır, içerden çıkan enfes kokulu rüzgarla ruhunuzu tazelendirir.

Ve düşünce yoluyla dünyanın ve belki de evrenin ulaşılmadık yerini bırakmaz….

Bir zamanlar,

Masalların büyüsü altında bir çocukken ben, okuduğum bir masal vardı.

Kör olmuş kral babasının gözlerine derman arayan bir prensti kahramanı…

Bilmem hangi dağın ardında saklanmış bir bilge dedi ki ona,

Hiç ayak değmemiş topraklardan bir merhem yap, sür gözlerine babanın,

Prens akıllıydı

Atladığı gibi atının terkisine

Yedi cihanın tozunu toprağına kattı

Tüm toprakların bileşimini hiç ayak basılmamış toprak saydı.

Şu işe bak, bu işe yaradı…

Kör gözü kralın açıldı…

Kitap okumak da böyle bir şeydir işte.

Hem kimselerin değmediği, hem de herkeslerin değdiği topraklara basmaktır kitap okumak.

Böylece gönül gözünüz açılır,

Elbette varolmanın dayanılmaz güzellik kapısının ardına kadar, tam da sizin için açıldığı gibi….

23 Eylül 2011 Cuma

Yalom'dan ölüm ve yaşam üzerine...








"Her şeyin yok olduğu, yok olmaktan korktuğumuz ama yine de yok olmanın ve korkunun varlığında yaşamamız gerektiği hayatın en apaçık gerçeklerindendir."
   
"Ölüm birincil anksiyete kaynağıdır, içsel yaşantıya sızar ve bir çok sayıda kişisel dinamizmle ona karşı kendimizi savunuruz.Yanlış bir şekilde başa çıkılan  ölüm anksiyetesi psikopatoloji denilen çok çeşitli işaretler, semptomlar ve takıntılarla sonuçlanır."

"İnsan, hayatının gerçekten sona ereceğini, dünyanın yine de varlığını sürdürmeye devam edeceğini ,kendisinin de  çok sayıda diğerlerinden biri olduğunu, “özel” olmadığını görünce öfkelenir ve hayatın kendisini aldattığını düşünür."

"Birey kendini ayırmaya ,bireyselleşmeye, ileri gitmeye ve potansiyelini gerçekleştirmeye çalışır. Bireyselleşme bedelsiz değildir, yalnızlığa ve  korunmasızlık hissine  neden olur. Bu durumda insan “bireyselleşmekten “ vazgeçer, kendini bir başkasına  bırakmada rahatlık ve güven bulur."

"Ancak bir başkasıyla birleşmenin rahatlık ve sıcaklığı da bedelsiz değildir : hareketsizlik, durağanlık ve benliğin kaybı hissi yaşanır. Birleşme, ölüm anksiyetisini ortaya çıkarır."

"Yalnız “ben” güvenli “biz”in içinde erir."

"İnsan bu iki kutup , ayrılık ve özerklik (yaşam) ile birleşme (ölüm) korkusu arasında ömür boyu gidip gelir."

"Ölüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır, bizi korku veya kötümserliğe mahkum etmekten çok otantik bir hayat yaşamamızı ve hayattan zevk almamızı sağlar."

"Ölümle yüzleşen ve bütünleşebilen kişi :
  • Ölümün kabul edilmesi hayat görüşünde kökten değişiklikler yapar. Daha otantik bir yaşam tarzına yönelinir.
  • Hayat önceliklerini yeniden düzenler, önemsiz gördükleriyle vakit kaybetmez,
  • Özgürlük duygusu ve yapmak istemediklerini yapmamayı seçebilme yaşanır,
  • Hayatı emekliliğe ya da başka bir noktaya erteleme yerine güçlü bir “o” anda yaşama hissi vardır.
  • İnsan hayatın gerçeklerini canlı bir şekilde kabul eder: değişen mevsimler, yağmur, rüzgar vs.
  • Sevilen kişilerle daha derin ilişki kurulabilir,
  • Eskiye oranla daha az kişilerarası korku, reddedilme kaygısı yaşar, risk almaya daha fazla istek ve cesaret duyar."
"Hayata değer vermenin yolu, her şeyi en derin şekilde sevmenin yolu bu yaşantıların sonunda kaybolacağının farkında olmaktır."

26 Ağustos 2011 Cuma

"ben iyi bir insan mıyım?"




Huzursuz ruh, ömrünce kendine sorup durduğu, cevabından bir türlü emin olamadığı soruyu onu sadece 5 dakikadır tanıyan kişiye sordu:

"ben iyi bir insan mıyım?" 

Kendi hakkında "iyi" veya "kötü" olma  hükmünü onu ilk kez görmüş insanın iki dudağının arasına bırakıverdi. Onun ağzından çıkacak kararı tanrının sözüymüş, evrensel gerçekmiş gibi dört gözle beklemeye başladı.

İşte buna şahit olmak yaktı canımı...

Bu soru içerde "sen iyi bir insan değilsin "  diyen sesleri susturmak için sorulmuştu, bu seslere karşı dışardan destek istiyordu:

"bak gördün mü iyi bir insanmışım"

Oysa bunu dışarıya sormaya bir başladın mı iflah olmaz bir şekilde sürekli sorman gerekir. Verilen cevap ağrı kesici gibidir çünkü, ağrıyı kısa süre keser, ilacın etkisi geçince ağrı gene başlar tekrar ağrı kesici aramaya başlarsın. Ağrı kesiciye bağımlı olursun..

Tedavi için ağrıya yol açan sorunla yüzleşmek, ona neşter atmayı göze almak gerek.

Yoksa ömür, söylenen bütün sözlerde, konuşmalarda, tavır ve bakışlarda bu soruya yanıt olabilecek imaları, ipuçlarını toplamakla geçer:

"ben iyi bir insan mıyım?"


25 Temmuz 2011 Pazartesi

Anlatacak yedi gecesi var mı hayatının?





Gece Kulübü



-İçeri herkesi almıyorlar.Bildiğin kulüplerden değil.

-Ne yapmak gerekiyor?

-Kapıdakini ikna etmek.

-Neye?

-Hayatının yedi gecesine.

-Nasıl yani?

-Anlatacak yedi gecesi var mı hayatının? Ona bakıyorlar.

-Hiç böyle bir şey duymadım.

-Bin bir geceyi de mi duymadın, birkaç gecesini olsun okumadın mı?

-Herkesin o kadar var mıymış peki?

-Her hayatın vardır mutlaka unutulmayan bir yedi gecesi.

-Ya hiç düşünmedim, böyle sorunca da aklıma anlatacak hiç bir gece gelmiyor.

-Nasıl öleceksin?

-Ne, nasıl öleceğim?

-Yedi gecesi bile olmayan bir hayatla nasıl öleceksin?


Murathan MUNGAN/Kibrit Çöpleri



21 Temmuz 2011 Perşembe

Korteks - Morteks, yazmak için eften püften nedenler...

ömür dediğin üç gündür
dün geldi geçti, yarın meçhuldür
o halde ömür dediğin
bir gündür, o da bugündür

der Özdemi Asaf bir şiirinde.

Ancak eksik bilgiyse tamamlayın, ya da olmadı düzeltme hissinizi kendinize saklayın, korteks tabakası diye bir şey vardır insan beyninde, işte o ne idüğü belirsiz, ancak kimi sarhoş sofralarına meze tabaka, meze olmasından belli bir şekilde alkol desteği ile aradan çekilir ve insanı dünün ve yarının prangalarından kurtarır, ona sadece ve sadece bugünü hediye eder.

Bir word vardır benden içeri. Proust’u Proust yapan kalemidir kalemi.

Neyse ki adamın zamanında Word diye bir şey yokmuş, böylece hiçbir kelime işlem programı onun insanı bir nehir misali eller üzerinde, bir rüya kayganlığında varoluşun ışıltılı denizine taşıyan sayısız kelimeyle örülü, paragraflar, paragraflaaaaar süren cümlelerine karışan olmamış.

Oysa ben medeniyetin bu ağır yükünü üzerimde hissetmekteyim.

Ne yazsam word derhal hüküm vermekte. Elinde yeşil bir kalem, cümlelerimin altına derhal bir çizgi çekmekte. Henüz uzun cümle arsızı olmamışsan eğer, yapacağın hareket belli. Cümle üzerinde acil bir sağ klik; açılır pencere demekte: Çok Uzun Cümle.

İyi de sana ne!

Yazı benim.

Yazan benim,

Okuyan üç beş kişi. Onlar da buraya zaten beni ben gibi kabul ederek geldi.

Ne demiştik?

Korteks tabakası.

İşte o tabaka neyse ona ifrit oluyorum. Günlük hayat hay huyunda, kendime çizdiğim sınırlar dahilinde zaman zaman bir iki kadeh parlatıyorum.

İşte o zamanlar, zihnimin karanlık sularına bir güneş gibi doğuyor dizeler:

ömür dediğin üç gündür
dün geldi geçti, yarın meçhuldür
o halde ömür dediğin
bir gündür, o da bugündür

İşte o zaman, siliniyor tüm belirsizlikler. Ya da aslında her zaman oldukları gibiler, ancak benim umrumda değiller.

Güzeeeeel…

Okuyan da bu hatun kişi her zaman içiyor zanneder?

Değil, değil de, şu an ki konu bu.

Bir başka konu ise yazarların ne kadar ahmak olduğu.

Herkes zaman zaman içer, ama kimse bunu yazarak itiraf etmez.

Bilin ki dünyanın en dürüst itirafçıları yazarlardır.

Anlatmak, başkalarına yorum yapma hakkını tanımaktır.

Ancak tüm bu koşuşturmaca ve iki yakayı bir araya getirme telaşı içinde kim size “an”ı yalnızca “an”ı hediye eder?

Geçiyorum parklardan bahçelerden.

Görüyorum büstler, görüyorum heryerde heykeller.

Hayat öyle hızlı ki, bronz bir büste dönüşmüş şahsiyetin adını bile okumak mümkün değil. Okusam ne fayda. Farzedelim Çakır Ahmet Paşa (yok böyle biri ya), diyelim ki şehri korumuş haçlılardan. Ve varmış 4 karısı 18 evladı. Ve o kahramanca savunurken şehri, saplanan bir hançerle ve dahi bir tane daha, olmuş ölümcül bir yarası. Ve ardından 14 yıl 14 ay yas tutmuş 4 karısı….

Ne fark eder?

Görüyorum, büstün altındaki bankta öpüşmekte sevgililer.

Çünkü hayat bir gündür, o gün de bugündür.

Ve gidenler için ise bir gün bile değildir.

Bu durumda içmemelidir de ne bok yenmelidir?????


Resim: bir nebula ya da ne bu laaaa?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Who wants to live forever?



Kim ister ölümsüz olmayı?

Yani ölümsüzlüğün gerçekten ne demek olduğunu düşünen kimse istemez.

Bitmeyen bir ömür düşünsenize...

okullar  okuyorsunuz, öğreniyorsunuz, büyüyorsunuz, çalışıyorsunuz, insanlarla yakınlaşıyor, insanlarla uzaklaşıyorsunuz, aşklar yaşıyor, evleniyor, çocuk yapıyorsunuz, çocuklar yetiştiriyor, okutuyorsunuz, onları evlendiriyor, emekli oluyor, yeteneklerinizi keşfediyor, meraklarınıza vakit ayırıyorsunuz, bişeyler yaratmaya, üretmeye çalışıyorsunuz, torun seviyor, onu da büyütüyorsunuz eee sonra ??

Daha önünüzde yüz yıllar var...  ölmeyeceksiniz...  de ne yapacaksınız?

binlerce kitap okudunuz,  film seyrettiniz, kitap yazmayı denediniz,  müzik aleti çalmayı öğrendiniz, resimler, heykeller, oymalar, boyamalar vs. vs. yaptınız, sergiler açtınız,  dünyanın her yerini gördünüz,  yaşamadığınız,  denemediğiniz bir şey kalmadı eee sonra ??

hayat devam ediyoor...     hayata, çevrenizdeki insanalara ve kendinize daha kaç yıl tahammül edebileceksiniz?

Bence ölüm bir nimettir, hediyedir, bir çok zorluk ve sıkıntı yaşamış insana bütün yükleri atma, sorumluluklardan kurtulma, huzura kavuşma ödülüdür.

Ve ölümsüzlük diye bir şey de yoktur aslında...           
ne çocuk yapmak, ne sanat yapmak, ne  de icat yapmak bizi ölümsüz kılar.

Mozart da olsan Sheakspear de olsan ismin yüzlerce yıldır anılıyor olsa bile bunun sana bi faydası olmaz, çoktan ölmüşsün ,kemiğe toza dönmüşsündür...

Şimdi geliyoruz konunun ana fikrine;

önemli olan elimde varolan kısıtlı süreyi en doyumlu,  en onurlu, en yaratıcı, en cesur şekilde ve en çok hakeden insanlarla geçirebilmektir...

gerisi laf ü güzaf...









1 Temmuz 2011 Cuma

Yaranın çıplaklığına vurulmaz





Blok ortağımla bloglarda, facebook'ta, twitter'da  yazmak üzerine konuşuyoruz.

İnsanların eskiye oranla daha fazla teşhirci olduklarından, daha fazla görülmek, bakılmak istediklerinden, ilişkilerini ve özel hayatlarını internette sergilemekten zevk aldıklarından söz ediyoruz. 

Artık evlilik yıldönümleri, ayrılmalar, barışmalar, kavgalar, flörtler herkesin gözü önünde gerçekleşiyor.Mahremiyet ve romantizm demode oldu.

Andy Warhol haklı çıktı herkes bir dakika da olsa meşhur olabiliyor artık. 

Tabi bu tartışmanın ucu kendimize de değiyor. Çünkü bizim de çoğunlukla  kendi dertlerimizden bahsettiğimiz bloglarımız var. Ama bence blogda yazı yazmanın daha samimi ve özel bir hali var.

Facebook'ta yazmak kahvede herkesin içinde ve herkese duyurarak konuşmak gibi geliyor bana, blog ise seni evinde ziyarete gelenlerle sohbet etmek gibi.

Başka bir blog yazarının yaşamını, duygularını sıkıntılarını okuduğumda "ne kadarda aynıyız, ne kadar da insanız, hepimiz eşit oranda dertli, yalnız ve yaralıyız" diye düşünüyorum. 

Ben tam bunları düşünürken Murathan Mungan sözü alıyor ve şöyle diyor :

"Dünyanın bütün hikayeleri aile yaralarıdır. Orada başlar, orada gelişir oraya dönerler.

Birikmiş ev içi kinleri, mutsuzluk fazlası, kirli sırlar, açık yada örtük şiddet, aşırı sevginin yaraladığı benlikler, istenmezlikler, erken kayıplar, öksüzlüğün, yetimliğin, üveyliğin saymakla köpüren, köpürdükçe birbirine benzeyen nedenleri...

Mutlu yada mutsuz bütün sonlar kaçınılmazdır. Bunu bilince daha rahat anlatır insan bir başkasına kendi hikayesini.

Yaranın çıplaklığına vurulmaz.Anlatmaya soyunanlar buna güvenir.

Giyinik yaralarla yazanların, anlatanların hikayelerindeyse bizi inandırmayan bir şeyler vardır.

Yarasının farkında bile olmadan yaşayanlarınsa anlatmaya, dinlemeye değer hiçbir hikayeleri yoktur, onların düzayak mutlulukları vardır ; kolay sevinçleri.

Bir dosta yarasını gösterir gibi anlatanlar için anlattım bu güne kadar ne anlattıysam."

Senin yaranı gördükçe benimki kabuk bağlıyor, yaran kapansın diye benimkini gösteriyorum...









23 Haziran 2011 Perşembe

Bana şiiri sevdiren adam...


Sol Elle Yazılanlar


Pelesenk, bal, misk
Şarap ve bıldırcın eti...
Kararsız, esritici
Ve öyle olduğu için de
Uçurum gibi çekici
       bir şiir mi istersin,
Sen ey okumakta nazlanan okur,

Yoksa dağ havası gibi sert,
Apaçık, hoyrat ve sarp,
Kır çiçeği gibi yalın,
Ümmi ve hilesiz;
Dili, rengi, kokusu keskin
Ve hekimlerin kalp masajı gibi de
        Sarsıcı, diriltici bir şiir mi?

Yoksa, ilimden, kitaptan
pek bir şey anlamayan,
Ama okuyana, "Sen şöylesin,
Ben de böyle, evet,fakat
Ne kadar benziyormuşuz meğer
        gerçekte birbirimize!"

Dedirtmesini bilen bir şiir mi,
        hangisini?


13 Aralık 2007
(Yoksulların ve şairlerin kitabı)

Bu yazı epik tiyatro üzerine değildir!

Niye yazıyorsun?

Bir zamanlar dünya üzerinde var olduğumu belgelemek için…

Fakat detaylarıyla.

Yoksa nüfus kütüklerinde, sen hiç birşey yapmasan da, var olmaya devam edeceksin.

Fakat detaysızca.

Oysa şeytan detayda gizlidir, ve onun diyalektik karşılığı olan melek de elbet.

Detay önemlidir. Yüzeyden kaçış, nefesini tutup daha bir derine iniş demektir.

Ve çok az insan senin için nefesini tutar, dibe iner, dibine iner ve belki tam da işte o anda ayaklarını vurduğu gibi yüzeye çıkar.

Ama bu kez dolu dolu.

Epik tiyatro gibi…

Öyle bir şey kalmış aklımın süzgecinde hocanın anlattıklarından. Her insan anlattıklarıyla bir resim çizmez mi zaten sana. Belki de eline tutuşturulan malzemelerle resmi çizen sensindir ya, hadi neyse!

Düz bir çizgi gibi kalmış sıradan hayat, anlattıklarından hocamın tekinin.

Ama Brecht’e takmış o adam demişti ki bir epik tiyatro eserini izleyen insan, oyundan çıktığında tekrar düz bir çizgi ile hayatına devam eder; ancak bu kez daha yüksekten devam eden bir düz çizgi halinde…

Derdim dünyam olmayan insanların çizgileri değil…

Derdim beni bilen, beni ben olarak kabul eden insanlara kendim hakkında biraz daha detay sunabilmek.

Kendi kişisel tarihimi (yazmadıgım ve düşünmediğim, düşünmedikçe nöronlar arası alışveriş oranını düşürüp unutuluş çöplüğüne ittiğim) kalıcı kılmak.

Benimkisi beni ilgilendiren insanların kalbinde daha derin (ama acısız) çizikler bırakmak isteği.

Benimkisi Milan Kundera’nın dediği gibi bir nevi “küçük ölümsüzlük” peşine düşmüşlük…

Henüz gelmemiş günlerin (ve ben öldükten sonra geleceğini umduğum, bu yüzden bana “gün”gibi değil, işte tam o zaman kocaman bir boşluk gibi gelmesini hayal ettiğim) düşünü kurmak çok ağır olsa da, ben öldükten sonra ölecek olan sevdiklerim ile ölmek…

İşte bu, küçük ölümsüzlüktür.

Büyük olanı, tüm dünyaca anımsanmak…

Bana sorarsanız, tenimin nasıl koktuğunu, saçımdaki inatçı kıvrımları, yorgun ve konsantrasyon ihtiyacı içinde iken nasıl sinirli olduğumu, çocukken alınmış geniz etimden dolayı geceleri bir bebek sessizliğinde uyuduğumu, ağlarken yüzümün nasıl buruştuğunu, sağ kolumun bir doğum defekti neticesinde tam açılmadığını, kızıma da geçirdiğim genel vericiliğine / nadide alıcılığına sinir olduğum kan grubumu, karanlıktan korktuğumu, asansöre binerken gerilen yüz ifademi, tüm kedileri annesinin çilekli- şekerli pastası diye sevdiğimi, kavga döğüşlü filmler seyredemediğimi, şehit haberlerinde kahrolduğumu bilen sevdiklerimin anında kanal değiştirdiğini, kadın olarak doğduğum için hem çok küskün hem de çok gururlu olduğumu bilmeyen insanlar beni ben yok olduktan sonra hatırlasalar ne olacak?

Fakat işin kötüsü şu ki, artık tüm bunları bilir gibisiniz.

Büyük ölümsüzlük, sana göz mü kırpıyorum ne J

Bilge Şair Cahit Koytak


                                                                         G.Klimt

NEVROTİKLER


yamaçlardaki taşlı tarlalar
ayrılmıştır onlara
onlar da sitem olsun diye
kemiklerinin ucuyla sürerler toprağı

sabanlarını öyle kahırla
hayata daldırır
ve öyle derinlere
saklarlar ki tohumlarını
ekin ekin olmaktan çıkar
şiddetle sanat olur

nice hasatsız güzlerden
yoksul kışlardan sonra
çünkü uç verir onların da
ödenmemiş gücenmişlikleri

ve bazen de dehanın
burçlarına tırmanır
sarılıp yalnızlığın dikenli
ince sütunlarına


Kasım 1999
(yoksulların ve şairlerin kitabı)



22 Haziran 2011 Çarşamba

Sayıklamalar....

Son günlerde digital bir avarelik içindeyim. Edebi bir yaklaşımla, her gerçek kitap kurdunun bir şekilde en okunası kitaplar listesinde anarak yaşatmaya çalıştığı Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ına atfen buna biz en iyisi dijital (digital mi dijital mi) aylaklık diyelim.

Rakamlar da görecelidir. (severim açıklayamadığım her şeye görece sıfatını yapıştırmayı ve belki yakıştırmayı) 10+9= Bir milyon saydığım yaşta, sözün özü 19 yaşındayken okuyup hakkını veremediğim Aylak Adam’a da, Yusuf Atılgan’a da buradan bir selam olsun.

Zaman da görecelidir çünkü sevgili yazar! O zamandan bu zamana büyük mavi bilyenin üzerinde ben diyim 22 (eğer Avrupalıysan) sen de ki 21 yıl daha geçirdim. Ama kendimi (aslında) öyle lüzumsuz, öyle eften püften işlerle o kadar meşgul gördüm ki bir daha elime alamadım, beynimin kıvrımlarında dolaştıramadım Aylak Adam’ı. Çünkü ve belki Godot bendim. Ne gerek vardı kendimi yine ve yine tanımlamaya.

Ama yine de ben, hep başka kitap aralarında, başka başka satırlarda aradım kendimi.

Kalem dediğin kitap arasında durmayı sever, ve ister ki sahibini anlatan satırların altına rastık çeksin.

Aynalar da seviyor rastıklı gözleri.

Böyle , daha bir anlamlı bakıyorlar gibi…

Çünkü senelerin insana ve onun haritası yüze yüklediği tek bir kelime var: oda hüzün.

Oysa rastık demek gençlik demek. Pervasız bakan, sahibinden emin gözler demek.

Demek oğlu demek.

Bir şey daha var…

En nadide makyaj malzemesinden, en pahallı parfümden, narsizm mayasının beslendiği en tatlı şekerden de şeker ve en bi yüksek topuklardan da havadar bir şey…

O da eğitim denen yüce bir kılıf içinde eğip bükmekten, şekilden şekle sokmaktan açıklaması zor bir haz aldığınız evladınızın içinden çıkagelen içten sözler…

Yedi yaşındaki kızım bana bir yazı yazdı bugün…

Diyor ki

“Annemi olduğu gibi seviyorum…”

Bu ne büyük bir bağıştır, ne büyük bir alt ediştir Allahım!

8 Haziran 2011 Çarşamba

son 20 yılın muhasebesini yaptım, açık veriyorum kahretsin!

Çocukken, “müteattit” defalar babamdan duyduğum bir söz var: “Türkiye’de aç kalınmaz!”

Canım babam bu lafı üniversite yıllarımdan beri 6 kez meslek, 8 kez işyeri değiştiren beni, biricik kızını düşünerek söylemiş değil elbet. Çünkü eğer beni düşünüyorduysa hipotezi göreceli olarak yanlış çıkmış durumda; şu an kocam olmasa açım.

Kendimi övmek değil, geçmişimle dövmek adına mesleklerimi bir bir saymak istiyorum.

İletişim fakültesinde okurken bir gazetenin abone servisinde çalıştım (hadi öğrenci mesleği diyip bunu saymayalım), yüksek yaparken havaalanlarında (2 ayrı sene 2 ayrı havalanı) yer hostesliği yaptım. (bu arada lisans ve yüksek lisansı 2 ayrı üniversitede okudum).

Mezun olmadan televizyona kapağı attım, orada “ne iş verirseniz yaparım abüüüüüüü!” modunda muhabirlik, alt ses okuma, arşivcilik, zaman zaman kameramanlık bile yaptım, oradan ayrıldığımda artık İngilizce bir gazetede yazardım.(Arada bedavadan yazdığım dergileri saymıyorum bile) Ardından dürttüler Amerikan menşeeli bir özel bilgisayar kursunda bilgisayar öğretmeni oldum. O da yetmedi, 10 sene içinde Türkiye’nin 2 prestijli kolejinde bilgisayar öğretmenliği yaptım. (İnternet programcılığı türü sertifikalarım da cepte) Bu arada yine çok prestijli bir yayınevinden çıkardığım, biri uluslar arası arenada ödül almış 2 kitabımdan bahsetmiyorum bile (bu bahsetmemiş halim mi?) Senelerin ördüğü ağlar içine 2 ayrı yabancı dil ipi sardım, kendimi de cv’mi de oya gibi işledim. Geçenlerde baktım bilgisayar öğretmenlerinin geleceği tehlikede, ortaya İngilizce sertifikamı çıkardım ve tanıdık okul müdürlerine sertifikamı MEB’e sunup beni İngilizce usta öğreticisi yapmaları için yalvarmaya başladım.

Sonuç:

İşsisizim

Boşluktayım (para kazandırmayan ama itibar kazandıran, fakat bu ikincisi ile bakkaldan bir paket üçü bir arada kahve bile alınamayan bir iş daha, bir kitap daha kısaca, yazma çalışmalarımı saymazsak)...

Seçim öncesi bir partinin reklamı var dikkatimi çeken; gazete başlığında bir yurttaşın isyanı okunuyor: İki üniversite bitirdim, işsizsim!

Bu reklama her denk gelişimizde manidar bir şekilde eşime bakıyorum, o da gülümsüyor. Beş senedir uğraş verip çıkarttığım ikinci kitabımın ödül öncesi mini avansı hariç parasına nail olamadığım kitabım (kitaplarım), diplomalarım, sertifikalarım, özgeçmişimdeki pırıltılı şirket ve kurum adları, yabancı diller, referanslar vs vs vs hepsi bir yana bu gülümseyiş dünyalara bedel.

Olmayan likiditeme, kredibiliteme aldırmadan da bana gülümseyen bu gözler ve dudaklar kendimi şanslı hissettiriyor. Öte yandan dolu dolu 3 sayfa yer işgal eden bol maddeli geçmişimi (öz mü? pöhhhh) yırtıp atasım var. Sarte’ın bir kahramanının başına gelen gibi nereye baksam amansız bir “bulantı”…

Nasıl olur?

Nasıl bu kadar kolay olur harcanmak?

Ama duyar gibi oluyorum, hayat bir yerlerden fısıldıyor; “Dur bakalım, işim bitmedi daha seninle, daha ne meslekler, ne şirketler var göreceğin!”

Hadi bakalım,

El mi yaman bey mi yaman?

Not: Babamın kastettiği aç kalmama durumu tamamen marketlerde, şarküterilerde şu zeytini, bu peyniri tadabilme –ve beğenmezsen almama-özgürlüğü ile alakalıydı.

Not iki: İş var mı abüüüüü?

6 Haziran 2011 Pazartesi

Rimbaud Kompleksi

OFELYA

Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda

Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi,

Gelin esvapları içinde dalgalanmada.

Uzak ormanda yerlilerin gürültüleri.


Mahzun Ofelya, beyaz bir tayf gibi, yıllardır
Dolaşır bu siyah nehrin suları içinde.
Deliliği içinde bir şarkı mırıldanır,
Bir çocukluk şarkısı, akşam serinliğinde.


Rüzgâr göğsünü öper ve açar yaprak yaprak
Sularda ağır ağır savrulan etekleri.
Söğütler omuzlarına sarkar ağlaşarak,
Hulyalı alnına eğilir su çiçekleri.


Dört bir yanına üzgün nilüferler dizilir.
Uykudaki bir ağaç uyanır, zaman zaman;
Bir yuvadan küçük bir kanat sesi yükselir;
Sihirli bir şarkı gelir altın yıldızlardan!


Resim Delaroche'un , şiir Rimbaud'nun. Yazı ise Binnur'un olacak.

Ancak ilk ikisinden farklı olarak bu sonuncusu olmasa da olur kategorisinden...

Yazmak artık içimden gelmiyor. Kimileri buna depresyon diyorlar. Bense tercihli hiçleşme.

"Bak," diyorum kendime, "Rimbaud da 20 yaşından sonra elini bir daha kaleme sürmedi"... Ki o dünyanın sayılı şairlerindendi(r).

Ve ben onun kalemi bir kenara koyduğu yılın iki kat civarındayım.

40ları çözemedim, buralardaki hava kütleleri ya çok ağır ya da çok hafif, bir sabah kalkıyorum hava boşluğundayım, bir sabah kalkıyorum, serçe kanadındayım.

Fakat şu başarısızlık hissi yok mu kardeşim, ve ömrünü boşa tüketmişlik şüphesi...

ve bir de şey var tabi, hep yanlış zamanda yanlış yerde olmayı nasıl başarabildin be güzelim, diye zoru başarıp hem kendinle hem zemin hem de kendine üstten bakar olabilmek!

Velhasıl yazsam ne olacak, yazmasam ne olacak.

İnsan iyi günündeyse bir gün bir kitapta okuduğu gibi "kendini yıldız tozu" olarak görür, kötü gününde ise bir şarkıda duyduğu gibi alelade bir toz.

Toz işte toz, süpürülmeye müsait bir zerre...

Ve harcanmışlık hissi

ve geçer bunlar

ve aslında kim harcanmadı ki ler...

ve delarochelar ve rimbaudlar ve ophelialar

ve aylar

ve günler

ve dakikalar....

29 Mayıs 2011 Pazar

Kediniz olayım




Bu blog, yazarlarının (hiç yazamayan yazarı dahil) depresyonda olmasından dolayı geçici olarak kapalıdır yazacaktım.

Sonra depresyon üzerine bir kaç kelime edeyim dedim.Depresyon bütün sorumluluk ve zorunlulukların insanın gözüne sırtında yüz kilo ağırlıkla dağa tırmanmak  gibi göründüğü bir dönemdir.

Ben böyle zamanlarda kedi olmak isterim.Yani sahipli ,bakılan bir kedi.Yemeğim önüme konsun, bulaşığım kaldırılsın, temizliğim ve bakımım yapılsın, tuvaletim her gün temizlensin.

Sahibimin dizine yattığımda beni şevkatle okşasın.Kalan zamanlarda kafama göre takılayım, kimsenin benden bir beklentisi olmasın, kimse hesap sormasın, hiçbir zorunluluğum ve sorumluluğum olmasın...

Buradan bu yazıyı okuyacak ve kedi delisi olan dostlarıma sesleniyorum;

Kediniz olayım!

Yemek seçmem ne verseniz yerim, gürültü ve huysuzluk yapmam, tüy işini kendim hallederim,dökülen saçlarımı da  toplarım, azgınlık yapmayacağım için kısırlaştırmanız da gerekmez, tüm aşılarım tamamdır, hatta bana komik bir isim bile takabilirsiniz...

Yeterki bana karşılıksız, beklentisiz bakın, beni sevin, dizinize başımı koyduğumda okşayın, uyuduğumda üzerimi örtün...




12 Mayıs 2011 Perşembe

Tutukluk

   Her soruya yanıt verme gereği duyuyor oluşum içimde
köklenmiş suçluluk duygusuna ilişkin bir şey olsa gerek;
bazı durumlarda soruya soruyla yanıt vermeyi geç
akıl ettim örneğin.

  O da henüz akıl düzeyinde işliyor bende, refleks
düzeyinde değil. Hala ani sorular karşısında
sersemler, hemen aynı hızda bir cevap bulmaya çalışırım.

   Böyle zamanlarda gerçekte karşınızdaki kim
olursa olsun, asıl yanıtlamaya çalıştığınız, çocukluğunuzdan
 itibaren sizi dünyadaki her şeyden sorumluymuşsunuz
gibi yetiştiren anne-babalarınızdır.

   Kimse yokken içinizde konuştuğunuz onlar,
daha sonraları da başkalarının sorularıyla somutlaşırlar
karşınızda. Onların cismi ortalıkta yokken de onlarla
konuşursunuz.

   Bu durumun köklerini kendimde fark ettiğim günden
beri sorular ve yanıtlarla ilişkim allak bullak.

Edindiğim farkındalık, hayli tutuk biri yaptı beni.
İşin kötüsü tam da o günlerde tanıştım onunla ve
birbirini tanımaya çalışan insanların ilk zamanlarında olduğu

gibi sorularla doluydu kafası.

Niye daha sonra daha önce değil de ,tam içimi 
geçmişin gölgelerinden sökmeye çalıştığım
o günlerde tanışmıştık?

Murathan MUNGAN
Kibrit Çöpleri

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Nihal yalnızca sen istedin diye cevapladım :)

Proust sordu, Nihal aracı oldu, bende cevapladım...

1.En sevdiğiniz kelime nedir?

- kedi (ya bir de bolluk ve bereket de var galiba) :)

2.Nefret ettiğiniz kelime nedir?
- ölüm

3.Ne sizi heyecanlandırır?
- hareket, yeni bir yerler daha göreceğim ihtimali.

4.Heyacanınızı ne öldürür?
- sıradanlık, monotonluk, kısırlık...(blogdaşımdan alıntı. harfiyen katılıyorum)

5. En sevdiğiniz ses nedir?
- Kedilerin inceden ve huzurla genizden çıkardıkları mırıltı sesini çok severim. Bana "an"a, dolayısıyla varoluşa ait olabilmenin ne kadar (ve bukadar) basit olduğunu anlatırlar. VE elbette İan Anderson'un flütü, ve sonra bahar geldi mi dünyanın çıkarmaya karar verdiği sesler (ki o sesler her zaman kulaklıklar/müzik eşliğinde yaptığım yürüyüşleri "kulaksızlaştırabilecek" denli melodiktirler!

6.Nefret ettiğiniz ses nedir?
- Tekrarlayan tüm sesler :)

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
- Şimdi buraya ne yapmayı istemediğimi yazar da bunu evrene açık edersem, al sanabu işi yap da korkularından kurtul numarası çekmezdi mi bana :) Peki o halde: Sigortacılık :)

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
- Girdiğim ortamlara bahar bolluğu getirebilen biri olmak isterim...

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
- Muhtemelen Woody Allen olurdum :) Yani ben kendimi nevrotik olmayan bir varoluş şeklinde bir düşünebilsem, zaten kendim olmaktan mutlu olup başka arayışlara girmeyecem.:)

10. Nerde yaşamak isterdiniz?
- Colmar'dı galiba, geçenlerde karşıma çıktı. Siz diyin Fransa'da köy, ben diyim cennetten bir köşe! Fakat köyün adını ezberleyecek olan nöronlarım o anda daha önemli işlerle meşgulmuşlar. Veya beynim bana "umutsuzluk" mesajları göndermenin binbir yolundan birini denemekteydi. Kuantumcular kusura bakmayın, hala "inanınca olur"a tam olarak inanamıyorum.

11. En önemli kusurunuz nedir?
- Dikkat dağınıklığı. (ki bu meret şunlara (ve daha başka bir yığın sıkıntıya neden olur: herşeye el atıp darmadağın bir ruha sahip olmak, biri konuşurken lafının sonunu bekleyememek, bir şeye konsantre olmaya çalıştığımda her kimden gelirse gelsin dış uyaranlara düşmanca tepkiler vermek vs)

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz nedir?
- keyif veriyorsa kötü değildir :)

13. Kahramanınız kim?
- bir arkadaşımın annesi arkadaşıma (yani kızına) şöyle derdi: " kocana sık sık 'kahramanım benim' de!"... Mantıklı.

14. En çok kullandığınız küfür nedir?
- Eşşşşşolueşşşşek !

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?
- bezgin.

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
- Bundan 10 yıl sonra bugünkü halini çok genç bulacaksın! :)) (sonraki 10da da önceki 10'daki halini) O halde her zaman gençsin... Gençlik = hedonizm :)

17. Mutluluk rüyanız nedir?
- Ruhumun bana çelme takmasına engel olmak.

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?
- Yapabilecekken yapmamak... Veya yapamamak...

19. Nasıl ölmek isterdiniz?
- öleceğimi bilmeden,ani bir şekilde (Katılıyorum Nihal)

20. Öldüğünüzde Tanrı'nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
- Hoşgeldin :) Ben korkulacak biri değilim.

Peki sizin cevaplarınız neler?

1 Mayıs 2011 Pazar

Sorular...Cevaplar...

G.KLİMT (death and life )
      

     "Bloğu Marcel Proust'tan kurtarmanın vaktidir" yazalı beri ortağımın sesi kesildi. O ses vermeyince iş bana düştü haliyle. Madem Proust bloğumuzun şeref konuğu  onu ben de anayım dedim.

    Çıktığından beri Taraf'ın arka sayfasında  "20 Soru" köşesi yer alır. Bu soruların fikir babası Marcel Proust'muş. Yüzlerce insanın ilginç yanıtlar verdiği bu soruları ben olsam şöyle yanıtlardım:

1.En sevdiğiniz kelime nedir?
- huzur

2.Nefret ettiğiniz kelime nedir?
- kanser

3.Ne sizi heyecanlandırır?
- yaratıcı, zeki fikirler ve sanat eserleri görmek...hele de bunu -inşallah- kendimde görmek

4.Heyacanınızı  ne öldürür?
- sıradanlık, monotonluk, kısırlık...

5. En sevdiğiniz ses nedir?
- bazen klasik, bazen elektro gitar, bazen yumuşak sesli bir tenor,  Erkan Oğur'un kopuzu, İan Andersan'ın flütü... 

6.Nefret ettiğiniz ses nedir?
- siren sesi, yüksek sesle konuşan insanlar, çim biçme ve beton delme aletinin rutin gürültüsü,

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
- pazarlamacılık gibi insanları kandırma amaçlı hiçbir mesleği...

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
- yaratıcı ve şifacı olmak...

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
- güzel bir karadeniz köyünde yaşayan ve günlük derdi sadece tavukları, bağı ,bahçesi olan bir köylü..

10. Nerde yaşamak isterdiniz?
- Bu sorunun yanıtı eskiden Fethiye idi, şimdi ise sığınağım olacak, yaşanılası bir ev...

11. En önemli kusurunuz nedir?
- çabuk sıkılmak ve ertelemek...

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz nedir?
- internete fazla takılıp kotamı aşmak...

13. Kahramanınız kim?
- tabiki Levent...

14. En çok kullandığınız küfür nedir?
- geri zekalı...(napayım daha kötüsü çıkmıyo)

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?
- hem hüzünlü hem iyimser...

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
- hayaller uzun ömür kısa, yaşadığın kâr...

17. Mutluluk rüyanız nedir?
- içime sinen bir ev almak ve bir güzel yerleşmek, emekli olup kendimi sanata vermek, resimler, ebrular, seramikler vs. yapmak, dostlarla tadına doyulmaz sohbetler etmek...

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?
-  suçluluklar ve pişmanlıklar

19. Nasıl ölmek isterdiniz?
- öleceğimi bilmeden,ani bir şekilde

20. Öldüğünüzde Tanrı'nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
- cehennemi yaşadığın için artık sana sadece huzur var...
(ben de ona derdim ki "ne adaletsiz Tanrısın sen!")

Peki sizin cevaplarınız neler?

15 Nisan 2011 Cuma

Sezmek bilmekten daha iyidir







    "Kadın iki gözü iki çeşme, saçları dağınık,dizleri ahh çekilip
dövülmekten yamyassı; kocasının dün akşam ruhum daralıyor diyerek evden çıktığını bir daha da geri dönmediğini söylemişti.

Çocuklar analarının iki yanını geçip yan yana sıralanmıştı o sırada ve muhtar, dört boncuklu bir tespihe benzetmişti onları;"imamelerini arıyorlar" demişti."

   "Kadın, kocasının dün neler yediğini, neler konuştuğunu,
 dükkandan eve gelirken gökyüzündeki kuşlara nasıl baktığını, küçük kızını eşikte nasıl tokatladığını ve ruhum daralıyor diye içini çektiğinde  sırtında hangi gömleğinin bulunduğunu anlatmıştı sonra; onun nereye gitmiş olabileceğini, öldürülüp bir dereye mi atıldığını, akbabalara yem mi olduğunu, yoksa kayalıklardan mı yuvarlandığını ya da kırlara mı karıştığını sormuştu."

   "Muhtar,bin yıllık muhtar gibi her şeyi ölçüp biçerek, sabırla
dinlemişti onu..."


   "Gene de muhtar o gün, Nuri'yi kartal çığlıklarıyla
çınlayan kayalıkların arkasında yada sapsarı bir ağıt hüznüyle
genişleyen ovanın öteki ucunda görebilecekmiş gibi dama çıkıp

tezek yığınlarının arasında gezinmiş, aşağıya indiğinde hiç gereği
 yokken dananın alnını okşamış ve Cıngıl Nuri'nin karısına doğru yürürken, kendisi Nuri olsa ve ruhu bir iğne deliği kadar daralsaydı şu üç çocuklu kadını bırakarak nereye gidebileceğini düşünmüştü."

   "Bu düşünce korkutmuştu onu ;içinde kocaman bir boşluk yaratmıştı.
Sonra, kırk iki yıldır yaşadığı bu köyün taşına toprağına,köpeklerinin sesine, gübre kokusuna, hatta rüzgarlarının  keskinliğiyle otlarının çıtırtısına ruhu, gözleri, derisi ve kulaklarıyla sımsıkı bağlandığını, artık istese de bir yere gidemeyeceğini anlayarak Nuri olmaktan vazgeçip kendi bedenine yerleşmiş; alnını  kırışıklıklarını, gözlerini ve uykulu yüz çizgilerini takınarak kadının önüne gelip durmuştu."

"Sence ,nereye gidebilir?"

   "Kadın gökyüzüne bakmıştı uzun uzun; muhtarın sorusunu
Tanrı'ya aktarmıştı sanki, yanıt alamamıştı, ya da yanıt verilmişti verilmesine de işitememişti. Bu sırada muhtar,kadının bakışlarında
derin bir boşluk görmüştü bir an ve sonraki yıllarda, sık sık
 anımsamıştı  bu bakışları; her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı..."

Bloğu  Marcel Proust 'tan kurtarmanın zamanıdır.

Hasan Ali Toptaş son yıllarda Levent'le birlikte keşfetmekten büyük zevk aldığımız ve okumalara doyamadığım yazarların başında geliyor.
Henüz okumadıysanız çok geç kalmışsınız demektir.
Gölgesizlerden başlayıp Uykuların Doğusu ile devam edin derim.

Okuruna şöyle sesleniyor Toptaş;

 "  masaya oturmadan önce benim yapmam gereken en önemli iş seni unutmaktır biliyorsun. Unutamazsam, asla yazamam çünkü; elimde kalem, öylece kalakalırım kâğıdın başında. Ardından da, ne kadar uzak ve anlayışlı olursan ol, özgürlüğümün senin varlığınla kuşatıldığını düşünürüm. Bakışlarının, ne yapıp edip benim atacağım adımları şekillendireceğini düşünürüm sonra. Dahası, senin varlığında eşsiz güzellikler oluşturan bazı zayıf noktaların beni kışkırtacağını, içimde uyuyan ezeli boşlukları harekete geçireceğini, bu hareketlerin de beni tutup sana yaranmaya çalışan tuhaf bir kılığa sokacağını düşünürüm. Doğrusu, hayalimde büklüm büklüm bazı gölgeler belirir de, yüzüm içe doğru nar gibi kızarır böyle zamanlarda. Bir yandan da, fena halde korkarım tabii. Sana yazmaktan değil, senin için yazmaktan korkarım. Başka bir ifadeyle, senin için yazmakla sana en büyük kötülüğü edeceğimden korkarım.


"İşte, bu yüzden, yazmak için kâğıdın üzerine eğildiğimde, yazdıklarım ille de bir yere varacak, bir yeri aşacak ve varıp aşacağı yere ille de bir işaret konacaksa, oraya seni değil kendimi koyarım ben. Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye, benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinden şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.

Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.

Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem.

Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence.

Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."