16 Nisan 2013 Salı

modern hayat neden mutlu olmayı zorlaştırıyor?






"Saçmalıklar Çağı" son zamanlarda okumaktan en çok zevk aldığım kitap oldu. kitabı sosyoloji, sosyal psikoloji, felsefe ve hatta kişisel gelişim kitabı olarak okumak mümkün.
çağımız toplumu, insanı, psikolojisi, yaşayışı, sorunları üzerine çok güzel tespitlerin yer aldığı kitap böylesine ciddi konuları çok esprili bir dille anlatıyor.  kitabın  bir bölümü emin olun sizden bahsediyor.

kitabın altını çizdiğim bir çok yerinden ancak bir kaçını buraya  aktarabileceğim. Elimden gelse kitabın son bölümünü olduğu gibi aktarırdım ama orası size kaldı…

“her çağ kendisi üstün görür ve diğerlerinden daha fazla sevilmeyi talep eder. çağımıza, vatanımız gibi büyük değer biçeriz. Bizi ürettiğine göre çağımız iyi olmak durumundadır.”

“Mutluluğun saçmalığı, onun tanımlanmasının imkansızlığında, belki tamamen erişilmezliğinde, hatta belki doğrudan kovalandığında tam zıddına dönüşmesinde ama sıklıkla başka bir şeyin peşinden giderken beklenmedik bir yerde ortaya çıkışındaymış. İnsanı bundan daha fazla çileden çıkartacak bir muziplik yoktur heralde”


“ belki bilerek mutlu olmak mümkün değildir. belki mutluluk geriye dönük olarak sadece yitirdikten sonra anlaşılabiliyordur."

"Mutluluğun muhtemelen depresyonunki kadar çeşidi vardır."

"Asla düşündüğümüz ölçüde mutlu veya sefil olamayız. Mizacımız daima kendisini ileri sürer ve insanlar bu yüzden hemen her şeye alışabilirler. İnsanların nerdeyse yüzde yüzünde mutluluk genetik yapıdaki farklara bağlı görünmektedir. Mutlu olmaya çalışmak, daha uzun boylu olmaya çalışmaktan farksızdır."

“İnsanın kendisini kandırma kapasitesi olağanüstüdür.Ama daha etkileyici bir kapasite daha vardır: kendini haklı çıkarma
Kendini haklı çıkarmada hiçbir zihinsel eylem zor değildir ve anı çarpıtmak numaraların en kolaylarındandır.”

“belleğim ‘şunu yaptım ben ‘der. gururum ‘öyle bir şey yapmış olamam ben’ der ve ödün vermez. sonunda bellek boyun eğer.
Kendi kendini aldatmanın nihai göreviyse kendi kendini aldatma sürecine dair tüm izleri silmektir.”

“Bugünlerde insanlar “gitmek istiyorum” diyorlar ama “nereye ve niye” diye sorduğunuzda yüzlerini buruşturuyorlar. Çünkü ortada belli bir şey görmeye yönelik arzu değil sadece gitmek, hareket halinde olmak  isteği var.Tıpkı köpekbalıkları gibi, yaşamak için harekette kalmak durumundayız. T.S.Elliot “kıpırdamadan oturmayı öğret bize” diye dua etmiştir.”

“Artık hemen her yerde mevcut arka plan müzikleri, zevk alınmak hatta dinlenmek üzere bile hazırlanmazlar. Tek işlevleri sessizliği bozmaktır ve sessizlik bozulmalıdır. çünkü sessizlik, boşluğun soğuk, korkutucu sessizliğin hatırlatıcısıdır. insanlar bu yüzden eve gelir gelmez sobayı yaktıkları gibi televizyonları ve radyoları, hem de aynı nedenden, yani soğuğu kovmak için açmaktadırlar.”
  
"Proust’a göre okumak, sohbetin faydalarını, sohbetin her türlü bezdiriciliğinden uzak sunabilmesidir. Çünkü bu, “bir başka düşünme yoluyla , insanın yalnızlıkta sahip olduğu ve sohbette derhal yitip giden entelektüel gücün tadını çıkarırken sürdürdüğü bir iletişimdir” . 

"Okumak , derinlikle derinliğin, sosyal buluşmaların dikkat dağıtıcılıklarından ve saçmalıklarından uzak karşılaşmasıdır ve canlı kişisel her türlü karşılaşmadan daha fazla şey kazandırır, haz verir ( ki yazarlarla şahsen tanışmanın genellikle hayal kırıklığı yaratmasının nedeni budur)"

“Psikolojinin bir diğer keşfi ise olumsuz duyguların olumlulardan daha güçlü ve uzun süre kalıcı olduklarıdır. Olumsuz duygular işgale, ezmeye ve boyunduruk altına almaya kararlı emperyalistlerdir. Öfkenin benliği nasıl kapladığını, kendisini mümkün her yolla besleyişini, zekayı kendini haklı çıkartmalar yaratmaya ve belleği eski dertleri diriltmeye nasıl zorladığını düşünün. Oysa olumlu duygular kısacık bir aydınlatma yaratarak uçup giden kelebekler gibidir.”





28 Mart 2013 Perşembe

*Muhteşem bir hayat






Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.

Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"
 

O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.

İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden, beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.

Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.
İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.

Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.

Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.
Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...

Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz, eğlenceli mi değiliz?

Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi, bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.

Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.

Neden varsa çare vardır çünkü.

Ama nedensizlik...

Bu öldürücüdür.

Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.

Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.

Çok uzun yıllar önce...

Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.

Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.
Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.
James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.

Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.
Ama işler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.

Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.

- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.

Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.

Görevi ise çok zordu.

Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.

Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.

O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.

Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.

Ona anlatmaya başlıyordu.

- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...

Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.

- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.

- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?

- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.

- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?

- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.

Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.

Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüp durur.
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.
Oyuncak kımıltısız kalır.

Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.

Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
 

Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.

Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.

O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.

"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.

Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.

Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.

Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.

Cevaplar ararız.

Bulamayız genellikle.

Cevaplar vardır aslında.

Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık.

Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.

Bu muhteşem bir hayattır.

Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.

Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.

Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir.
 
*Ahmet ALTAN
(22 Ocak 2006 Hürriyet)

2 Ocak 2013 Çarşamba

yeni yıl hediyeniz





BALÇIĞIN BİLEŞİMİ

insan ne taştan, ne tahtadan, ne ottan,
ne de buluttan yaratılmıştır;
seslerden, susmalardan, imalardan:
konuşmaktan, konuşmaktan,
konuşmaktan…

insan, gülmekten, ağlamaktan
sabah akşam hem kendine,
hem Tanrı’ya
sebepli, sebepsiz yakınmaktan,
mızırdanıp durmaktan

korkulardan, kuşkulardan, kuruntulardan
biraz umuttan, biraz tutkudan,
bolca rüyadan

onmayan, uslanmayan meraktan,
azıcık akıl, azıcık fikir, azıcık izan
ve çokça duygudan
yaratılmıştır;

samanlık dolusu bilgi ve bir atımlık bilgelikten,
icazetli icazetsiz bilgiçlikten
ve körlükten, kör kütük cehaletten;
dar kafalılıktan, taş kafalılıktan,
sevimli ve sevimsiz
mankafalılıktan…

hakikat karşısında domuzuna inattan,
soyuna, türüne, kendine körce
yapışıklıktan,
ve tanrılık taslamaktan ötekine küstahça;
ama kuzu gibi de uzatmaktan boynunu
- altın tasmasıyla caka satarak hem de -
kasabın bıçağına ahmakça.

insan işte bunlardan, bunlardan yapılmıştır
ve kendini aldatmaktan çok defa,
kendini kaybedip, kaybedip de, bir daha,
bir daha ve bir başkası olarak
keşfetmekten sürekli.


ama insan, bu uyurgezer göktaşı,
bu yer altı ırmağı,
bu ,kabukların, katmanların altında akan…
kendini bilmekten yaratılmıştır,
kendini bilmekten ve kendisi olmaktan;

bin bir kılık,bin bir oyun, bin bir rüya içinde
yitirip, yitirip de bulmaktan
yolunu kendi tiyatro çadırının…

bir ölçek özgecilik ve bir ölçek adanmaktan,
bir ölçek düşünmeye ve sevmeye cesaretten
ve ölçüsüz, hesapsız muhabbetten,

bildiğimiz, kara buğday unundan
sevgiden
şu, suda eriyen taştan,
su gibi, şeylerin ve tenlerin künhüne sızan
ve girdiği kalbin şeklini alan…

bir de tanımlanabilen ve tanımlanamayan acıdan,
yol azığı, yol bilgisi, yol türküsü olan acıdan,
suda eriyen ve erimeyen kederden,
suda eriyen ve erimeyen ezinçten.


ve bütün bunları, bunları bilmenin,
bunlarla var olmanın verdiği,
ağır baş dönmesinden yaratılmıştır,
büyük ve içkin sarhoşluktan yani,
büyük ve aşkın uyanıklıktan…


Cahit Koytak 




8 Kasım 2012 Perşembe

Savaşçı olmak...




"Bütün ilişkilerin temelinde kendimizle olan ilişkimiz yatar. Kişisel bütünlük bu nedenle önemlidir. Birini kırmamak için doğru bildiğinizden farklı konuştuğunuzda özdeşim ilkesine (A, A’dır) uymamış olursunuz. Yani dürüst insan dürüsttür, bazı durumlarda bazı kişilere değil herkese her yerde dürüsttür."

"Yalan söylediği zaman kişinin kendisi ile ilgili algılamaları yara alır, ”ben dürüst bir insanım “ düşünceniz yara alır. Kendinize dürüst bir insan olarak bakmanız zorlaşır ve etkili olma gücünüz azalır."

"Koşullar ne olursa olsun doğruyu söyleyen biriyim diye kendine bakan biri ile “durum uygun olduğu zaman doğruyu söyleyen biriyim” diye düşünen biri aynı gücü taşımazlar aynı enerjiye sahip değillerdir."

"Sözünü tutan insan verdiği her sözü önemli görür. Tutulmayan her söz sizin kendi gözünüzde kim olduğunuzu derinden yaralar."

"Oyun oynamak, eğlenmek, istediğimizde cinsel ilişkide bulunmak, hayal kurmak ve kendi canımız istediği için yaptığımız şeyler birey olma  gereksinimimizden kaynaklanır."

"Toplumla, sosyal yaşamla ilgili yönlerimiz ait olmayı ifade eden yönlerimizdir: Ailemizin dediğini yapmak, komşuları kırmamak, fedakârlık yapmak gibi şeylerin tümü ait olma gereksinimizdendir."

"Diğerlerinin sizin hayatınıza müdahaleye yönelik sözleri sizi çok etkiliyorsa (kendi fikrinden vazgeçecek kadar) ait olmaya çok önem veren bir düşünüş tarzı içindesiniz demektir. Yani övgü, aferin, takdir, mükâfat bekleyen birçok insandan birisiniz.
Böyle bir düşünüş içinde kişi kendi varoluşunu yaşayamaz; başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye çalışır.”Başkası ne der? Beni takdir edecekler mi? Alkışlayacaklar mı?...”

"Türk kültürü kişinin bağımsız değil bir başkasına, bir otoriteye bağlı kılmak ister. Kendini bağımsız kılma çabalarına girenler anormal karşılanır, alay edilir."

"İnsan yalnız diğer insanlarla beraber yaşamaz, kendiyle de sürekli beraber yaşar. Diğer insanlarla olan ilişkisini kendi ile olan ilişkisinden daha üstün tuttuğu andan itibaren, insan sıradanlaşır."

"Sıradan, kalıplanmış insan işi herkesin takdirini kazanmak için yapar. Aferin demezlerse diye de korkar."

"Kişi kendi düşüncelerini kendi değerlerini dikkate almayıp başka insanları onların düşüncelerini onların değerlerini dikkate almaya başladığında kendisi yok olmaya başlar."

"Kişiyi içinde olduğu hapishaneye çevresi koymaz, kişi rıza gösterdiği için bu hapishanededir. Bilincine varamadığı için bunun sorumluluğunu başkalarına yükler."

Doğan CÜCELOĞLU/Savaşçı


7 Eylül 2012 Cuma

Edebiyat bir sığınaktır...

 
Ahmet Altan'ın çok sevdiğim bir yazısını paylaşmak istedim :

Henry James bir gün Maupassant’ı ziyarete gitmiş.
 

İki büyük yazar.
 
James huysuz biri.
 
Maupassant delirerek ölmüş... ama o sırada henüz kaderini bilmeyen bir adam.
 
James’i, yanında yüzü maskeli çıplak bir kadınla karşılamış.
 
Üçü birlikte öyle yemek yemişler, Maupassant, o kadının “bir fahişe değil, sosyeteden bir kadın”olduğunu söylemiş; bu, James’in daha da hoşuna gitmiş.
 
Ve, hayran kalmış Maupassant’a...
 
İşin hoş yanı James’in kadınlarla bir ilgisi olmaması, hayatını cinselliğin her türlüsünden uzak geçirmiş bir adam.
 
Ama kadından değil, sahnenin kurgulanış biçiminden, olağanüstülüğünden, unutulmazlığından etkileniyor.
 
Bunun, delirmek için kuluçkaya yatmış bir ruhun armağanı olduğunu bilmiyor elbette.
 
Deliliğin, kendini çıplak biçimde göstermediği bir anda akıllılık kisvesi altında ortaya çıkmasının yarattığı o sarsıcı biçimden hoşlanıyor.
 
Zaten, baktığınızda edebiyat, deliliğin, toplum tarafından kabul edilmesini sağlayan bir akılla giydirilmesidir.
 
Yazarların, yazdıklarını insanlara konuşarak anlattıklarını düşünsenize.
 
Olmayan şeyleri varmış gibi anlatan adamları deli diye alıp götürürlerdi.
 
Yazmak, o deliliği kelimelerle saklamaktır.
 
Yazarların hayatlarına baktığınızda orada genellikle delileri görürsünüz.
 
Onları öylesine büyük ve unutulmaz kılan, bu deliliği saklayacak bir aklı o muhteşem deliliklerinin yanında aynı büyüklükte barındırabilmeleridir.
 
Beni en çok etkileyen ise onların, hayatlarında genellikle gösteremedikleri aklı yazarken gösterebilmiş olmalarıdır.

Edebiyat bir sığınaktır bence.
 
Tek tek her biri korkunç olaylarla dolu günlerden kaçıp edebiyatın içine saklandığınızda, orada tazelenir, arınır, zamanın ağırlığından kurtulursunuz, insanlığın en büyük delileri sizi cümleleriyle hayatın elinden kurtarır, sonsuzluğun iyileştirici ferahlığında sizi de o sonsuzluğun bir parçası yaparlar.
 
Bana bunları yazmak iyi geliyor mesela.
 
Çok azının hayatında aklın izine rastladığımız bu delilerin, yazarken gösterdikleri o muhteşem aklı, deliliklerini tanrısal bir gökkuşağından geçirip yeni hayatlar yaratmalarını, bunları inandırıcı kılacak bir güçle anlatmalarını ilgiyle izlerim.
 
Yazdıkları kadar hayatlarını da merak ederim.
 
Çöken bir akşamın içinizde yarattığı kırılgan titremeler, ertesi sabahla ilgili endişeler, bu delilerin sesleri arasında önemini kaybeder.
 
Kendinize gelirsiniz.
 
Ve dersiniz ki...
 
Bir gün Henry James Maupassant’a gitmiş...

Ahmet ALTAN




13 Haziran 2012 Çarşamba

KOZA








“Gitmeye karar veren hangisidir? Ruh mu ? Beyin mi?....Yoksa ruh mu bedene uyum sağlayamıyor? 
 Kalabalık eşyaları ile ayakkabı kutusu gibi bir evde yaşamaya çalışan bir kiracı gibi yada tersi; büyük bir evde kaybolan çocuk gibi…
Ruhun kendine dar ya da büyük gelen bedenden taşınma gibi bir şansı olmadığına göre tek çare onu ortadan kaldırmak gibi görünüyor.
Tek çare mi? Tek kurtuluş bu mu yani?”

“Oysa ölümün izi aranmaz. Ölen kendi süresini bitirmiştir, kendisi yitirmiştir. Sorumluluk tamamen ona yada kadere aittir. Ölümün izi aranmaz. Çünkü arayan, kendi ölümünün iziyle karşılaşmaktan korkar.”

“Yalnızlık insanın içindedir. Akrabayla, aileyle, arkadaşla falan geçmez. Sadece bir an için unutursun.”

“Ya bu yalnızlığı kabul edip yaşayacaksın ya da diğer insanların başvurduğu yöntemleri deneyeceksin. Evleneceksin, yeni akrabalar, yeni sorunlar edineceksin. Çoluk çocuğa karışıp çok kalabalık olduğunu farz edeceksin falan…”


Koza yazar arkadaşım Sevgi Saygı'nın yetişkinlere yönelik ikinci romanı. İlki daha önce burada bahsettiğim "Gezgin"

Kendisi, daha çok son yıllarda yazdığı sürükleyici çocuk romanları ile tanınıyor (Babam nereye gitti, Amcama neler oluyor ve Şimugula) 

çocuklara romanlar yazacağım diye bizi ihmal ettiğini söylerim hep...

ama o,  ne yazarsa yazsın okuyacağımızı gayet iyi biliyor  :)