28 Şubat 2011 Pazartesi

İz


Eskiden, kalemin çevresine zehirli bir sarmaşık gibi tutkuyla sarılmış parmakların düşüncelerin hızına yetişemeyeceğini sanırdım.
Çünkü bana göre düşünceler kimi zaman ipini koparmış köpekler gibidirler.

Ya da aslında düşünceler, çoğu zaman daha iyi tabilerleri hakederler.
Mesela bir trene ya da tren yolculuğuna benzetilebilir düşünceler!

İstasyondan ayrılıp özgürlüğe koşan bir hız treni gibi pencerelerinden akan bin bir görüntüyü yakalayamayan ve herşeyi birbirine karıştıran bir göz ise olsa olsa kalemdir. Ya da eskiden öyle sanırdım. Kalemimin düşüncelerimi netleştireceğine bulanıklaştıracağını, yokuş tırmanan bir grupta en geride kalan bir ihtiyar gibi olacağını sanırdım.

Oysa şimdi içine eser miktarda sim karıştırılmış pembemsi kırmızı mürekkebi ile kağıt üzerinde önceden belirlenmiş vals adımlarını atarken ben, ona, kalemime ya da geride bıraktığı ize sadece hayranlıkla bakıyorum ve fark ediyorum ki yazmak önce harflere, sonra kelimelere, ardından kelimelerinle bu dünyada bıraktığın ize aşık olmaktır.

Böylece kalemine aşık Proust'u da Orhan Pamuk'u da anlıyorum....

25 Şubat 2011 Cuma

Rüzgara Ekilen Şair




Dereden su içmek, yüzümü ıslamak için
Suya eğilmeden önce, şiirlerimi,
Benim için aklında tutsun ve dilerse
Alçak sesle taşlara, dikenlere okusun diye
Rüzgarın kucağına bırakmıştım;

Fakat,doğrulduğumda, bir de baktım ki,
Rüzgar onları iki adım olsun taşıyamamış
Ve vadiden aşağı derenin sularına,
Çalıların arasına, derken, ötede
Şeftali ve elma bahçelerine,

Yamaçtaki mısır tarlalarına,
Köy yolunun göründüğü yerde
Salınıp duran salkım söğütlerin arasına
Ve yukarılara, dağın yamacına doğru
Uzayıp duran çayıra saçıp savuruvermiş.

Baktım, rüzgar benden iyi biliyor,
Gönlün yükü, zihnin takıntıları
Nasıl dağıtılır, nasıl ekilir
Tanrının, ölüm nedir, keder nedir bilmeyen,
Bilse de, umursamayan dilsiz okurlarına...


Cahit Koytak
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı

Şu anda olmakta olan 40 harika şey!


Bir internet sitesine göre anın muhteşem gücünde, su an dünyanın her hangi bir yerinde olmakta olan 40 harika şeyin listesi budur: (buyur buradan tıkla)
Ben en çok 6. maddeye takıldım!
Ona dahil olmak istiyorum. O ben olmak istiyorum. Yoksa o ben miyim, ben kimim? vs. vs. vs.
Peki bu kurbağalar nedir, ne anlatıyor?
Onlar da benim eklediğim 41. maddenin kahramanları.
Su an dünyanın bir değil bir çok yerinde, bir dala aynı şekil ve biraz eksik simetri ile asılmış bir anne ve bir de yavru kurbağa bulunmakta...
Ne güzel!

23 Şubat 2011 Çarşamba

Toz


Korkularından kurtulmak için anlat onları demişsin
Anlatmak tekrar yaşamaktır oysa
bilirsin
İşte bu yüzden kırları anlatacağım sana
Yakından yeşil, uzaktan yemyeşil
Rüzgarın koynunda işveli
ve yağmurun altında hafiften iniltili
Ama yine de her daim dingin
O güzelim kırları anlatacağım sana

Orada geçmiş binyılların hesabı tutulmaz
Ve küsülmez güneşe
Göğsü kınalı serçelerin kanatlarında pür neşe
ve tırtılların kırk ayağının kırkında bir ahenk
Dinginlik dalga dalga
ve en sevimsiz böcekler bile renk renk

Ait olamamak ise
imkansız gördüğüne
Tanık olmak ortak olmak demekse
ve zamanı belirleyen tek şey
Gölgenin çevrende değiştirdiği yer

Zihninde ne bir kaygı
ve
ne en ufak bir keder!
Kalbin bulutların da bir kokusu olduğunu söyler
ken
sen
ben
olabilmekten korkma!
Ne zaman ki korkularımı anlatmaya yeltensem sana
İşte o zaman
Dur de bana
ve sonra mırıldan
dost nefesinle çimenleri dalgalandıran,
de ki bana
Sen yine kırları anlat
Serseri bir çiçek tozu uçarılığında...



Resim : Monet (şemsiyeli kadın)

Foto: Vu. T. Tung

Şiir: Binnuro

Resimli Şarap Ansiklopedisi

MALZEMELER:

5 litrelik pet şişe için  4 kilo portakal,1,5 kg.toz şeker,1 tatlı kaşığı kuru maya



           Önce portakalları sıkıyoruz.Burada önemli olan sıkma işlemini ayıkken yapıp elimizi alete kaptırmamak.Sonra portakalları iki üstten bi alttan pardon o başka bir tarifti :)






           Portakal sularını pet şişeye dolduruyoruz.(biz 8 lt.lik cam kavanoz da yaptık, kolaylık olsun diye pet şişe olarak tarif ediyorum) 2 litre iyi suyun içinde şekeri eritiyor ve portakal suyunun üzerine ilave ediyoruz.Üzerinde 2  parmak boşluk kalana kadar su eklemeye devam ediyoruz.





           Bizim tesislerimiz modern olduğu için şeker yoğunluğunu ölçmede "hidrometre" kullandık.(bkz. parmağımın ucu) Hidrometre kullanırsanız ölçek 1100'ü gösterene kadar şeker ekliyorsunuz.




         Son olarak 1 tatlı kaşığı mayayı ekliyor ve pet şişenin ağzında kalan boşluğa bir serum veya akvaryum hortumunun ucunu koyup ağzını hava almayacak şekilde kapatıyoruz.Küçük bir pet şişeye su dolduruyor ve hortumun diğer ucunu bu suya daldırıyoruz.







          Böylece portakal suyunda mayalanma sonucu oluşan gazlar dışarı çıkabilirken içeri hava girişi olmuyor.Hava girişi olursa 5 litre portakal sirkeniz olur,bilmem artık nerde kullanırsınız.Bu işlemi yaparken Tarık arkadaşım gibi gravat da takarsanız mayalanma daha başarılı oluyor .










           Hazırladığımız düzeneği oda sıcaklığında ve karanlık bir yere koyuyoruz.2 gün sonra gaz çıkışı başlıyor.Gaz çıkışı durduğunda portakal suyunun dibinde bir tortu oluşuyor.Bu tortu suya karışmayacak biçimde portakal suyu yavaşça eğilerek başka bir kaba  boşaltılır.Dibinde kalan tortulu kısım atılır,pet şişe temizlenir ve portakal suyu geri konarak düzenek tekrar kurulur.

          Gene hafif düzeyde gaz çıkışı olacaktır.Gaz çıkışı kesildiğinde aynı şekilde tortu atma işlemi yapılır tekrar düzenek kurulur.

          Üçüncü kez tortu atma işleminden sonra şişelere doldurulup ağzı kapatılır.Yaklaşık 25-30 gün sonra içilmeye başlanır.Soğuk içilmesini tavsiye ediyoruz.

         Afiyetle olsun, keyifle olsun, hepberaber olsun...

22 Şubat 2011 Salı

Takıntılar zaman zaman kültürün emrettiklerinde, ama seçilerek ve yine de neden az çok bilinerek, ve kafalar başka söylerken ve eller başka yazarken..


Şu aralar takıntım Proust.


Hayat arkadaşım soruyor, "neden?"


Çünkü hayatımın okyanuslarında bilmem hangi meridyen ve hangi paralelindeyken ben, işte tam o meridyen ve paralele en iyi gelen ilaç o olduğu için, şu aralar takıntım Proust!


Adam çirkin, adam bi seksüel. Adam asosyal. Adam yarı deli. Hepsini geçtim adam ölü.


Ne farkeder!


Ben adamın düşüncelerine hastayım. Ben aslında adamın benim düşüncelerime tercüman olmasına hastayım.


Belki de şu aralar değil hep

ama hep

takıntım kendimim!


Seviyorum seni Proust.


Öyle seviyorum ki,

Çok şeyimi herkesle paylaşabilecekken , kendime alacağım kitabın parasıyla başkasına kitap almaktan nefret eden ben,

canımın içi, özümün okuyucusu ve entelllektüel bilincimin diğer yarısı sevgili arkadaşım Nev'ime iki incelemesini hediye edeceğim bu adamın.


Adresini ver bana !


Ama köpükler zorlarken sınırlarını bardakların!

21 Şubat 2011 Pazartesi

'Kitap'a Dair

Hangi kitabı okurken,ruhun,
Çeşmenin önündeki kap gibi,
Tanrıyla dolup taşıyor-ya da
Yağmurun altında kül gibi
Sevgiden ve erinçten eriyip akıyorsa,
Korkma,oku o kitabı,
Korkma,o kitap sana indirildi.


Cahit KOYTAK

27.Kasım 2009
Şen Maneviyat Kitabı


20 Şubat 2011 Pazar

Benim adıma sen not al!


Bir insan sıradan bir insan değilse eğer, kendini damarlarınıza zerk eder...

Onu unutsanız bile (ki imkansız) yazısını unutmazsınız. Bilmeden bilirsiniz onun u harfini nasıl yamuk, o harfini ise nasıl u gibi yaptığını. Hafıza bu, ya filmlerde ya da bir ihtimal yaşlılıkta yok eder kendini. Bu durumda, hafıza koridorlarına zerk, tanıdık harfler yüzer içinizde.

Fakat öyle gizlice, öyle size çaktırmadan yüzerler ki onlarca yıl geçse karşılaşmazsınız onlarla!
Ta ki yüzyıllık kütüphanenizden bin yıllık bir kitap çekip cıkarıncaya,
onun da içinden bir sararmış kağıt düşünceye kadar.

İşte o zaman anlarsınız ki, altını çizdiğiniz satırlardan daha kıymetli bir şey varsa eski bir kitapta, o da özel bir dostun sizin adınıza not ettiği cümledir aslında...

17 Şubat 2011 Perşembe

Altı çizilmiş cümleler


       Murathan Mungan'ın söyleşisi varmış geçen akşam, dinlemek isterdim ama gidemedim.Elime onunla tanıştığım ve en sevdiğim kitabı olan "Kırk Oda" yı aldım.1988 yılı basımı.Kitapta o zaman etkilenip altını çizdiğim cümleleri tekrar okudum ve bazılarını da aşağıda paylaştım.Murathan Mungan bize masallar anlatmaya devam etsin

        "Düşünüyorum.Ben zaten hep düşünüyorum.Bu yüzden hiçbir
ilişkim sürmüyor,hiçbir ilişkiyi götüremiyorum,kuramıyorum,sürekli kılamıyorum; düşünüyorum, sürekli düşünüyorum, düşünmekten yaşamaya vakit bulamıyorum.Oysa erkekler düşünen kadınları sevmezler. Bu yüzden de heykeli dikilen düşünen kadın yoktur ama, heykeli olan düşünen adam vardır."

       "Her şeyi rastlantılar belirliyor nicedir. Ucuz duyarlılıklara, günübirlik ilişkilere, mantık evliliklerine, yalancı aşklara, filmlerden, romanlardan öğrendiklerimizi yaşama gayretlerine, düzmece aşk serüvenlerine, bir mevsimlik yaz aşklarına, karanlık sokak ilişkilerine gönül düşürdük.Ayaklar altına aldık soylu yanlarımızı, erdemlerimizi, tutkularımızı, derin acılarımızı, yeteneklerimizi , kendimizi"

        "Akşamları televizyon dizilerinde başkalarının başından geçenleri
seyrederek avunuyorlar, başkalarını serüvenlerinden çöplenerek
yaşıyorlar, şarkılarda söz edilen sevgilinin eşleri olduğunu sanıyorlar"

       "Şiddetsiz yaşamak, yaşamaya karşı bir alışkanlık kazandırıyor
insanda. Çok tehlikeli bir şey bu.Yaşamayı düpedüzleştiren bir şey.Oysa
herkes "Yer sarsılıyor!" diyebileceği bir şeyler yaşamalı hayatında."

        "Küçücük yaşamlar kuruyorlar kendilerine.Televizyon dizilerini
seyrediyorlar,onların sonlarını merak ediyorlar,kendi sonlarını merak
etmiyorlar; çünkü kendi sonlarını biliyorlar. Onları hor görüyordum,
küçümsüyordum, yaşamlarında bir büyük eksiklik,bir boşluk varmış gibi
geliyordu. Bir çarpıklık görüyordum hayatlarında, oysa onlara
özeniyordum. Onalar gibi bir kocam, çocuklarım, evim-barkım olsun
istiyordum."

        "Hayatımda  bir şeyler değişsin istiyorum.Sürekli bir şeyler
değişsin.Sonra da çok korkuyorum her şey değişecek diye çok
korkuyorum"




8 Şubat 2011 Salı

Ruhu şişiren pompalar



"Müzik; Ruhu şişiren bir pompa.Şişmiş, dev balonlara dönüşmüş ruhlar konser salonunda uçuşurlar ve inanılmaz bir itiş kakış içinde çarparlar birbirine" der Milan Kundera "Ölümsüzlük" romanında.


İki tenorun konserini izlerken bu sözler geldi aklıma.Sonra ruhumu nelerin şişirdiğini düşünmeye başladım.

En başta Mozart var tabi ki. Onun müziğindeki naiflik, iyimserlik ve hüzün insanın ruhunu nasılda şişirir...şişirir...şişirir.

Vivaldi ve barok müzik sonra.


Farklı yüzyıllardan farklı tarzlardan müziklerin -hard rock, rock, pop, etnik müzik veya türkü - beni aynı şekilde etkilediğini farkettim.

Sadece müzik mi?

Zeki, yaratıcı, kaliteli yapılmış ,yeni şeyler söyleyen, farklı şeyler düşündürten her türlü sinema filmi , 

zevkle, imrenerek, kıskanarak seyrettiğim her resim -ahhhh tabiki suluboya-

beynimin, ruhumun derinliklerine el uzatan her yazar, her kitap beni sarsar,sersemletir ve ruhumu şişirir.

Demek ki ruh farklı gazlarla da  şişiyor.

En önemliside zeki ,derin dostlarla yapılan, sonunun nereye varacağı belli olmayan uçsuz bucaksız sohbetler var ruhumu şişiren, yaralarıma pansuman,yalnızlığıma şifa olan...

3 Şubat 2011 Perşembe

Postmodernizm'den uzak kalabilir miyiz?

POSTMODERNİZM VE SİNEMA

         Postmodern öğelere sahip olan filmlere baktığımızda, kimisinin tamamen postmodern olarak nitelendirebileceğimiz özellikleri olsa da kimisi sadece bazı özellikleri ile bu kapsamda değerlendirilebilinir.

Steven Connor ve David Harvey postmodern sinemadan bahsederken en çok David Linch üzerinde durmuşlardır. Özellikle Linch’in 1986 tarihli Mavi Kadife (Blue Velvet) adlı filmi postmodern sinemaya çok güzel bir örnektir.



            Mavi Kadife’nin başrollerinde Kyle MacLachlan, Isabella Rossellini, Dennis Hopper ve Laura Dern yer almaktadır. Filmin orijinal ismi Blue Velvet, şarkıcı Bobby Vinton' un aynı adlı şarkısından alınmıştır.
Kuzey Karolayna'da bulunan Lumberton'daki bir kasabada çekilen film, bir komşusunun arka bahçesindeki çim arazide kesik bir kulak bulan kolej öğrencisi Jeffrey Beamount' un hikayesini anlatır. Jeffrey, olayı kasabanın şerifi Teğmen John Williams'ın kızı ve lise öğrencisi olan Sandy Williams'ın yardımları ile, kendi başına araştırmaya karar verir. Sandy babasının ofisinde duymuş olduğu, kulakla ilgili yardımcı olabilecek bilgileri Jeffrey'e sağlar. Jeffrey sonunda sosyopat bir suçlu aynı zamanda da tecavüz, cinayet ve uyuşturucuya karışmış bir çetenin lideri olan Frank Booth' un yeraltı dünyasına girer.
       Özünde bir dedektiflik hikayesi gibi gözüksede Mavi Kadife aslında daha derin anlamlar içeren bir filmdir. Film postmodernist bir biçimde, ana kararkterlerin hiç biriyle bağdaşmayan iki dünya arasında gidip gelmektedir. Bir yanda, lisesiyle 1950’li yılların Amerikan kasaba hayatı, öte yandan ruh hastalıkları, uyuşturucu ve cinsel sapkınlıkların olduğu şiddet dolu bir dünya var olmaktadır. Giysiler ve dekor tamamen ABD’nin 1950’li yıllarını anlatsa da karakterler daha çok 20. yüzyılın sonunu resmetmektedirler. Bu ikilem ve zaman parçalanması postmodern sinema için çok iyi bir örnektir.
1982 yılında Ridley Scott tarafından çekilen ve başrollerini Harrison Ford, Rutger Haure, Sean Young, Edward James Olmos’un paylaştığı ABD yapımı Blade Runner postmodern sinemanın başyapıtlarından sayılmaktadır.



      

         Distopik sinemanın en başarılı mekan tasvirlerine sahip olan Balde Runner, Philip K. Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep adlı kitabından uyarlanmıştır. Filmin konusu kısaca şöyledir: Eski bir polis olan Rick Deckard artık görevinin sonuna gelmiş olan replikaları “emekli etme” yani öldürme görevini üslenmektedir. Replikalar, insanların kopyası olarak üretilen robotlardır. İnsanlarla boy ölçüşebilecek derecede duygulara sahip olan replikalar, beyinlerine yerleştirilen hafızalar sayesinde kendileri bile gerçek insan olup olmadıklarını bilememektedirler. Replikalardan birkaçı bir gezegende isyan çıkardıktan sonra gizlice dünyaya girerler. Bunlardan biri olan Roy Batty, replikaların doğasında olan kısa ömür sorununu çözmek için “yaratıcısı” olan bilim adamını tehdit etmektedir. Replikaların peşindeki Deckard bu görevi sırasında bir replika olan Rachael’e aşık olması işleri iyice karıştırmaktadır.
Filmin dekorları oldukça görkemlidir. Gelecek dünyası dev gökdelenler, sürekli reklam sunan video ekranları, sürekli devam eden asit yağmurları, kalabalık ve çok kültürlü bir toplum içeren bir dünya tasviri yapılmıştır. Film bu dekorlar içerisinde gerçekliği sorgulamaktadır.
         Filmin dikkat çekici bir özelliği de içerdiği gizli mesajlardır. Deckard’ın bir insan mı replika mı olduğu sorusu ve “yaratıcı” bilim adamının aslında Tanrıyı simgelemesi, filmin sonunda Roy Batty’nin muhtemelen bir çarmıha germe simgesi olarak elini çiviyle delmesi hep bir tartışma konusu olmuştur.
Gerçek olanın ne olduğunu belirleyememe bu filmi postmodern öğelerin içine sürükler. Replikalarin “gerçek” olacak kadar “insan” olması modernist öğelerle tezat içerir. Blade Runner, esnek üretim ve zaman-mekan sıkışması bağlamına yerleştirilmiş, postmodernist temaların sinemanın elindeki bütün hayali olanaklar kullanılarak ele alındığı bir bilimkurgu meselesidir. Kopyaların yaşadığı korkunç kaderi de, harap, sanayisizleşmiş çürüyen bir postmodern dünyanın dökülen sokaklarında karıncalar gibi yaşayan insan kitlesinin boğucu koşullarını da aynı bırakmaktadır. (Harvey, 2006:348)




          The Matrix(1999) son yıllarda çekilen en önemli bilimkurgu filmlerinden biridir. Popüler kültürle felsefi söylemleri harmanlamayı başaran 20.Yüzyılın son büyük distopik filmi Matrix, 2003’te çevrilen 2 devam filmiyle beraber türün en göze çarpan filmlerinden biridir. Uzak doğu felsefesi, Hıristiyan öğretileri, eski Yunan felsefi düşünüşü ve modern distopik anlayışın başarıyla harmanlandığı bu film görselliğe önem vermesiyle de büyük bir izleyici kitlesi kazanmıştır.
         Film gelecekte geçmektedir. Makineler ile insanlar arasında gerçekleşmiş olan büyük bir savaşın sonunda insanlar makinelerin kölesi durumuna düşmüştür. Savaş sırasında insanların güneş enerjisini ortadan kaldırmak için atmosferi “bozması” nedeniyle makineler yeni enerji kaynaklarının peşine düşmüşlerdir. Sonunda insan vücut ısını kontrol edip ondan yaşamlarını sürdürebilecek enerji üretmeyi başaran makineler “tarlalarda” insan yetiştirmektedir. İnsanların bağlı oldukları kapsüllerden uyanıp isyan çıkarmalarını önlemek amacıyla suni bir rüya görmeleri sağlanmaktadır. Matrix adındaki bu rüya 1990’lı yılların dünyasını insanlara gerçekmiş gibi sunmaktadır. Aslında bir yazılım olan Matrix’te yaşayanlar sanki her şey gerçekmiş gibi hayatlarını sürdürmektedir. Bunlardan biri olan Thomas Anderson veya bilgisayar korsanlığı yaptığı adıyla Neo’da bunlardan biridir. Neo’nun insanlığı kurtaracak seçilmiş kişi olduğuna inanan Morpheus ve yardımcısı Trinity gerçek dünyada yaşayan ancak Matrix’e kaçak olarak giren asi güçlerin birer elemanlarıdır. Neo’yu kurtarıp makinelere karşı büyük savaşa hazırlanma amacı gütmektedirler.
        Suni bir yaşam ve gerçeğin ne olduğunu sorgulayan Matrix son yıllarda felsefi  öğeleri en fazla gündeme getiren filmdir. Ancak bunu yaparken ticari kaygıları bir kenara atmamış şiddet içeren sahneleriyle görselliğe önem vermiştir. Ortaya attığı yeni ağır çekim teknikleriyle türe büyük yenilikler getirmiştir.
        Film gelecekte çölleşmiş bir dünya, dev makineler şehri, yerin binlerce kilometre altında kalan son insan şehri gibi birçok gelecek tasvirinden bahsetmektedir. Oluşturduğu suni yaşam düşüncesi ve gerçek sandığımız her şeyin aslında sahte olabileceği şüphesi filmin konusunda önemli bir yer tutmaktadır. İnsanlar bu sahte yaşamın farkında olmadan hayatlarını bir kapsülün içinde geçirmekte filmde de anlatıldığı gibi sadece makinelerin birer pilleri olmaktan öteye geçememektedir. Dijital cihazların artması ve internetin yaygınlaşması filmde anlatılan suni yaşam ağının gelecekte mümkün olabileceği ön görüsünü gözler önüne sermektedir.
        İnsanlaşan makineler,zaman-mekanın gerçek olup olmamasının belirsizliği postmodern öğeleri bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Film içerik olarak klasik sinema öğelerinin kullanıldığı ,biçimsel olarakta son teknolojinin yeraldığı modern sonrası bir filmdir.



        Ucuz Roman (Pulp Fiction) filmi biçim ve içerik uyumsuzluğu açısından tam bir postmodernist bir filmdir.
Filmin ismi 1940’lı yılların kültürünü çağrıştırmasına rağmen 1990’lı yıllarda geçmesi zaman-mekan uyumsuzluğuna bir örnektir. Film içinde birçok sefer bu durum belirtilmiştir. Bu özelliği ile Mavi Kadife ile benzer özellikler gösterir. Bu duruma örnek olarak 1959 tarihli Tv programlarının ekranda gözükmesi, kullanılan otomobillerin 1960’lı yıllara ait olması gibi öğeler sunulabilir.
Filmin en önemli özelliği parçalı kurgu anlayışıdır. Filmi 3 bölüm halinde hazırlanmış ve sonu orta kısma konularak seyirciye sunulmuştur. Zaman karmaşasını yaratan bu durum klasik sinema için oldukça radikal bir adımdır.
Film ayrıca sinema tarihine birçok göndermeler içermektedir.
Gerçeğe Çağrı (Total Recall) ve Vanilla Sky gibi filmler gerçeklik olgusunun üzerinde durmuşlardır. Gerçekle suni dünya arasında ki fark veya fark olmamasını irdeleyen bu filmler postmodernist filmlerin mekan olgusuna bakışını özetlemektedir.
       Yukarda sayılan filmler gibi tam olarak postmodernist sayılamasa da bu tür öğeleri içeren çok sayıda film bulunmaktadır. Bu filmler klasik sinema anlayışını yok etmekte, tarih ve gerçeklik olgusunu yeniden yorumlamaktadırlar.


ONUR ÇOBAN

KAYNAKÇA

KİTAPLAR:
AnaBritannica, İstanbul,Hürriye Ofset Matbaacılık ve Gazetecilik AŞ, 1994
Anderson, Perry, Postmodernitenin Kökenleri, İstanbul ,İletişim Yayınları, 2005
Benjamin, Walter, Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Yapıtı adlı makalesi
Biryıldız, Esra-Sinemada akımlar, İstanbul,Beta Yayınları, 2002
Connor, Steven, Postmodernist Kültür, İstanbul ,YKY, 2005