23 Haziran 2011 Perşembe

Bana şiiri sevdiren adam...


Sol Elle Yazılanlar


Pelesenk, bal, misk
Şarap ve bıldırcın eti...
Kararsız, esritici
Ve öyle olduğu için de
Uçurum gibi çekici
       bir şiir mi istersin,
Sen ey okumakta nazlanan okur,

Yoksa dağ havası gibi sert,
Apaçık, hoyrat ve sarp,
Kır çiçeği gibi yalın,
Ümmi ve hilesiz;
Dili, rengi, kokusu keskin
Ve hekimlerin kalp masajı gibi de
        Sarsıcı, diriltici bir şiir mi?

Yoksa, ilimden, kitaptan
pek bir şey anlamayan,
Ama okuyana, "Sen şöylesin,
Ben de böyle, evet,fakat
Ne kadar benziyormuşuz meğer
        gerçekte birbirimize!"

Dedirtmesini bilen bir şiir mi,
        hangisini?


13 Aralık 2007
(Yoksulların ve şairlerin kitabı)

Bu yazı epik tiyatro üzerine değildir!

Niye yazıyorsun?

Bir zamanlar dünya üzerinde var olduğumu belgelemek için…

Fakat detaylarıyla.

Yoksa nüfus kütüklerinde, sen hiç birşey yapmasan da, var olmaya devam edeceksin.

Fakat detaysızca.

Oysa şeytan detayda gizlidir, ve onun diyalektik karşılığı olan melek de elbet.

Detay önemlidir. Yüzeyden kaçış, nefesini tutup daha bir derine iniş demektir.

Ve çok az insan senin için nefesini tutar, dibe iner, dibine iner ve belki tam da işte o anda ayaklarını vurduğu gibi yüzeye çıkar.

Ama bu kez dolu dolu.

Epik tiyatro gibi…

Öyle bir şey kalmış aklımın süzgecinde hocanın anlattıklarından. Her insan anlattıklarıyla bir resim çizmez mi zaten sana. Belki de eline tutuşturulan malzemelerle resmi çizen sensindir ya, hadi neyse!

Düz bir çizgi gibi kalmış sıradan hayat, anlattıklarından hocamın tekinin.

Ama Brecht’e takmış o adam demişti ki bir epik tiyatro eserini izleyen insan, oyundan çıktığında tekrar düz bir çizgi ile hayatına devam eder; ancak bu kez daha yüksekten devam eden bir düz çizgi halinde…

Derdim dünyam olmayan insanların çizgileri değil…

Derdim beni bilen, beni ben olarak kabul eden insanlara kendim hakkında biraz daha detay sunabilmek.

Kendi kişisel tarihimi (yazmadıgım ve düşünmediğim, düşünmedikçe nöronlar arası alışveriş oranını düşürüp unutuluş çöplüğüne ittiğim) kalıcı kılmak.

Benimkisi beni ilgilendiren insanların kalbinde daha derin (ama acısız) çizikler bırakmak isteği.

Benimkisi Milan Kundera’nın dediği gibi bir nevi “küçük ölümsüzlük” peşine düşmüşlük…

Henüz gelmemiş günlerin (ve ben öldükten sonra geleceğini umduğum, bu yüzden bana “gün”gibi değil, işte tam o zaman kocaman bir boşluk gibi gelmesini hayal ettiğim) düşünü kurmak çok ağır olsa da, ben öldükten sonra ölecek olan sevdiklerim ile ölmek…

İşte bu, küçük ölümsüzlüktür.

Büyük olanı, tüm dünyaca anımsanmak…

Bana sorarsanız, tenimin nasıl koktuğunu, saçımdaki inatçı kıvrımları, yorgun ve konsantrasyon ihtiyacı içinde iken nasıl sinirli olduğumu, çocukken alınmış geniz etimden dolayı geceleri bir bebek sessizliğinde uyuduğumu, ağlarken yüzümün nasıl buruştuğunu, sağ kolumun bir doğum defekti neticesinde tam açılmadığını, kızıma da geçirdiğim genel vericiliğine / nadide alıcılığına sinir olduğum kan grubumu, karanlıktan korktuğumu, asansöre binerken gerilen yüz ifademi, tüm kedileri annesinin çilekli- şekerli pastası diye sevdiğimi, kavga döğüşlü filmler seyredemediğimi, şehit haberlerinde kahrolduğumu bilen sevdiklerimin anında kanal değiştirdiğini, kadın olarak doğduğum için hem çok küskün hem de çok gururlu olduğumu bilmeyen insanlar beni ben yok olduktan sonra hatırlasalar ne olacak?

Fakat işin kötüsü şu ki, artık tüm bunları bilir gibisiniz.

Büyük ölümsüzlük, sana göz mü kırpıyorum ne J

Bilge Şair Cahit Koytak


                                                                         G.Klimt

NEVROTİKLER


yamaçlardaki taşlı tarlalar
ayrılmıştır onlara
onlar da sitem olsun diye
kemiklerinin ucuyla sürerler toprağı

sabanlarını öyle kahırla
hayata daldırır
ve öyle derinlere
saklarlar ki tohumlarını
ekin ekin olmaktan çıkar
şiddetle sanat olur

nice hasatsız güzlerden
yoksul kışlardan sonra
çünkü uç verir onların da
ödenmemiş gücenmişlikleri

ve bazen de dehanın
burçlarına tırmanır
sarılıp yalnızlığın dikenli
ince sütunlarına


Kasım 1999
(yoksulların ve şairlerin kitabı)



22 Haziran 2011 Çarşamba

Sayıklamalar....

Son günlerde digital bir avarelik içindeyim. Edebi bir yaklaşımla, her gerçek kitap kurdunun bir şekilde en okunası kitaplar listesinde anarak yaşatmaya çalıştığı Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ına atfen buna biz en iyisi dijital (digital mi dijital mi) aylaklık diyelim.

Rakamlar da görecelidir. (severim açıklayamadığım her şeye görece sıfatını yapıştırmayı ve belki yakıştırmayı) 10+9= Bir milyon saydığım yaşta, sözün özü 19 yaşındayken okuyup hakkını veremediğim Aylak Adam’a da, Yusuf Atılgan’a da buradan bir selam olsun.

Zaman da görecelidir çünkü sevgili yazar! O zamandan bu zamana büyük mavi bilyenin üzerinde ben diyim 22 (eğer Avrupalıysan) sen de ki 21 yıl daha geçirdim. Ama kendimi (aslında) öyle lüzumsuz, öyle eften püften işlerle o kadar meşgul gördüm ki bir daha elime alamadım, beynimin kıvrımlarında dolaştıramadım Aylak Adam’ı. Çünkü ve belki Godot bendim. Ne gerek vardı kendimi yine ve yine tanımlamaya.

Ama yine de ben, hep başka kitap aralarında, başka başka satırlarda aradım kendimi.

Kalem dediğin kitap arasında durmayı sever, ve ister ki sahibini anlatan satırların altına rastık çeksin.

Aynalar da seviyor rastıklı gözleri.

Böyle , daha bir anlamlı bakıyorlar gibi…

Çünkü senelerin insana ve onun haritası yüze yüklediği tek bir kelime var: oda hüzün.

Oysa rastık demek gençlik demek. Pervasız bakan, sahibinden emin gözler demek.

Demek oğlu demek.

Bir şey daha var…

En nadide makyaj malzemesinden, en pahallı parfümden, narsizm mayasının beslendiği en tatlı şekerden de şeker ve en bi yüksek topuklardan da havadar bir şey…

O da eğitim denen yüce bir kılıf içinde eğip bükmekten, şekilden şekle sokmaktan açıklaması zor bir haz aldığınız evladınızın içinden çıkagelen içten sözler…

Yedi yaşındaki kızım bana bir yazı yazdı bugün…

Diyor ki

“Annemi olduğu gibi seviyorum…”

Bu ne büyük bir bağıştır, ne büyük bir alt ediştir Allahım!

8 Haziran 2011 Çarşamba

son 20 yılın muhasebesini yaptım, açık veriyorum kahretsin!

Çocukken, “müteattit” defalar babamdan duyduğum bir söz var: “Türkiye’de aç kalınmaz!”

Canım babam bu lafı üniversite yıllarımdan beri 6 kez meslek, 8 kez işyeri değiştiren beni, biricik kızını düşünerek söylemiş değil elbet. Çünkü eğer beni düşünüyorduysa hipotezi göreceli olarak yanlış çıkmış durumda; şu an kocam olmasa açım.

Kendimi övmek değil, geçmişimle dövmek adına mesleklerimi bir bir saymak istiyorum.

İletişim fakültesinde okurken bir gazetenin abone servisinde çalıştım (hadi öğrenci mesleği diyip bunu saymayalım), yüksek yaparken havaalanlarında (2 ayrı sene 2 ayrı havalanı) yer hostesliği yaptım. (bu arada lisans ve yüksek lisansı 2 ayrı üniversitede okudum).

Mezun olmadan televizyona kapağı attım, orada “ne iş verirseniz yaparım abüüüüüüü!” modunda muhabirlik, alt ses okuma, arşivcilik, zaman zaman kameramanlık bile yaptım, oradan ayrıldığımda artık İngilizce bir gazetede yazardım.(Arada bedavadan yazdığım dergileri saymıyorum bile) Ardından dürttüler Amerikan menşeeli bir özel bilgisayar kursunda bilgisayar öğretmeni oldum. O da yetmedi, 10 sene içinde Türkiye’nin 2 prestijli kolejinde bilgisayar öğretmenliği yaptım. (İnternet programcılığı türü sertifikalarım da cepte) Bu arada yine çok prestijli bir yayınevinden çıkardığım, biri uluslar arası arenada ödül almış 2 kitabımdan bahsetmiyorum bile (bu bahsetmemiş halim mi?) Senelerin ördüğü ağlar içine 2 ayrı yabancı dil ipi sardım, kendimi de cv’mi de oya gibi işledim. Geçenlerde baktım bilgisayar öğretmenlerinin geleceği tehlikede, ortaya İngilizce sertifikamı çıkardım ve tanıdık okul müdürlerine sertifikamı MEB’e sunup beni İngilizce usta öğreticisi yapmaları için yalvarmaya başladım.

Sonuç:

İşsisizim

Boşluktayım (para kazandırmayan ama itibar kazandıran, fakat bu ikincisi ile bakkaldan bir paket üçü bir arada kahve bile alınamayan bir iş daha, bir kitap daha kısaca, yazma çalışmalarımı saymazsak)...

Seçim öncesi bir partinin reklamı var dikkatimi çeken; gazete başlığında bir yurttaşın isyanı okunuyor: İki üniversite bitirdim, işsizsim!

Bu reklama her denk gelişimizde manidar bir şekilde eşime bakıyorum, o da gülümsüyor. Beş senedir uğraş verip çıkarttığım ikinci kitabımın ödül öncesi mini avansı hariç parasına nail olamadığım kitabım (kitaplarım), diplomalarım, sertifikalarım, özgeçmişimdeki pırıltılı şirket ve kurum adları, yabancı diller, referanslar vs vs vs hepsi bir yana bu gülümseyiş dünyalara bedel.

Olmayan likiditeme, kredibiliteme aldırmadan da bana gülümseyen bu gözler ve dudaklar kendimi şanslı hissettiriyor. Öte yandan dolu dolu 3 sayfa yer işgal eden bol maddeli geçmişimi (öz mü? pöhhhh) yırtıp atasım var. Sarte’ın bir kahramanının başına gelen gibi nereye baksam amansız bir “bulantı”…

Nasıl olur?

Nasıl bu kadar kolay olur harcanmak?

Ama duyar gibi oluyorum, hayat bir yerlerden fısıldıyor; “Dur bakalım, işim bitmedi daha seninle, daha ne meslekler, ne şirketler var göreceğin!”

Hadi bakalım,

El mi yaman bey mi yaman?

Not: Babamın kastettiği aç kalmama durumu tamamen marketlerde, şarküterilerde şu zeytini, bu peyniri tadabilme –ve beğenmezsen almama-özgürlüğü ile alakalıydı.

Not iki: İş var mı abüüüüü?

6 Haziran 2011 Pazartesi

Rimbaud Kompleksi

OFELYA

Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda

Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi,

Gelin esvapları içinde dalgalanmada.

Uzak ormanda yerlilerin gürültüleri.


Mahzun Ofelya, beyaz bir tayf gibi, yıllardır
Dolaşır bu siyah nehrin suları içinde.
Deliliği içinde bir şarkı mırıldanır,
Bir çocukluk şarkısı, akşam serinliğinde.


Rüzgâr göğsünü öper ve açar yaprak yaprak
Sularda ağır ağır savrulan etekleri.
Söğütler omuzlarına sarkar ağlaşarak,
Hulyalı alnına eğilir su çiçekleri.


Dört bir yanına üzgün nilüferler dizilir.
Uykudaki bir ağaç uyanır, zaman zaman;
Bir yuvadan küçük bir kanat sesi yükselir;
Sihirli bir şarkı gelir altın yıldızlardan!


Resim Delaroche'un , şiir Rimbaud'nun. Yazı ise Binnur'un olacak.

Ancak ilk ikisinden farklı olarak bu sonuncusu olmasa da olur kategorisinden...

Yazmak artık içimden gelmiyor. Kimileri buna depresyon diyorlar. Bense tercihli hiçleşme.

"Bak," diyorum kendime, "Rimbaud da 20 yaşından sonra elini bir daha kaleme sürmedi"... Ki o dünyanın sayılı şairlerindendi(r).

Ve ben onun kalemi bir kenara koyduğu yılın iki kat civarındayım.

40ları çözemedim, buralardaki hava kütleleri ya çok ağır ya da çok hafif, bir sabah kalkıyorum hava boşluğundayım, bir sabah kalkıyorum, serçe kanadındayım.

Fakat şu başarısızlık hissi yok mu kardeşim, ve ömrünü boşa tüketmişlik şüphesi...

ve bir de şey var tabi, hep yanlış zamanda yanlış yerde olmayı nasıl başarabildin be güzelim, diye zoru başarıp hem kendinle hem zemin hem de kendine üstten bakar olabilmek!

Velhasıl yazsam ne olacak, yazmasam ne olacak.

İnsan iyi günündeyse bir gün bir kitapta okuduğu gibi "kendini yıldız tozu" olarak görür, kötü gününde ise bir şarkıda duyduğu gibi alelade bir toz.

Toz işte toz, süpürülmeye müsait bir zerre...

Ve harcanmışlık hissi

ve geçer bunlar

ve aslında kim harcanmadı ki ler...

ve delarochelar ve rimbaudlar ve ophelialar

ve aylar

ve günler

ve dakikalar....