8 Kasım 2012 Perşembe

Savaşçı olmak...




"Bütün ilişkilerin temelinde kendimizle olan ilişkimiz yatar. Kişisel bütünlük bu nedenle önemlidir. Birini kırmamak için doğru bildiğinizden farklı konuştuğunuzda özdeşim ilkesine (A, A’dır) uymamış olursunuz. Yani dürüst insan dürüsttür, bazı durumlarda bazı kişilere değil herkese her yerde dürüsttür."

"Yalan söylediği zaman kişinin kendisi ile ilgili algılamaları yara alır, ”ben dürüst bir insanım “ düşünceniz yara alır. Kendinize dürüst bir insan olarak bakmanız zorlaşır ve etkili olma gücünüz azalır."

"Koşullar ne olursa olsun doğruyu söyleyen biriyim diye kendine bakan biri ile “durum uygun olduğu zaman doğruyu söyleyen biriyim” diye düşünen biri aynı gücü taşımazlar aynı enerjiye sahip değillerdir."

"Sözünü tutan insan verdiği her sözü önemli görür. Tutulmayan her söz sizin kendi gözünüzde kim olduğunuzu derinden yaralar."

"Oyun oynamak, eğlenmek, istediğimizde cinsel ilişkide bulunmak, hayal kurmak ve kendi canımız istediği için yaptığımız şeyler birey olma  gereksinimimizden kaynaklanır."

"Toplumla, sosyal yaşamla ilgili yönlerimiz ait olmayı ifade eden yönlerimizdir: Ailemizin dediğini yapmak, komşuları kırmamak, fedakârlık yapmak gibi şeylerin tümü ait olma gereksinimizdendir."

"Diğerlerinin sizin hayatınıza müdahaleye yönelik sözleri sizi çok etkiliyorsa (kendi fikrinden vazgeçecek kadar) ait olmaya çok önem veren bir düşünüş tarzı içindesiniz demektir. Yani övgü, aferin, takdir, mükâfat bekleyen birçok insandan birisiniz.
Böyle bir düşünüş içinde kişi kendi varoluşunu yaşayamaz; başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye çalışır.”Başkası ne der? Beni takdir edecekler mi? Alkışlayacaklar mı?...”

"Türk kültürü kişinin bağımsız değil bir başkasına, bir otoriteye bağlı kılmak ister. Kendini bağımsız kılma çabalarına girenler anormal karşılanır, alay edilir."

"İnsan yalnız diğer insanlarla beraber yaşamaz, kendiyle de sürekli beraber yaşar. Diğer insanlarla olan ilişkisini kendi ile olan ilişkisinden daha üstün tuttuğu andan itibaren, insan sıradanlaşır."

"Sıradan, kalıplanmış insan işi herkesin takdirini kazanmak için yapar. Aferin demezlerse diye de korkar."

"Kişi kendi düşüncelerini kendi değerlerini dikkate almayıp başka insanları onların düşüncelerini onların değerlerini dikkate almaya başladığında kendisi yok olmaya başlar."

"Kişiyi içinde olduğu hapishaneye çevresi koymaz, kişi rıza gösterdiği için bu hapishanededir. Bilincine varamadığı için bunun sorumluluğunu başkalarına yükler."

Doğan CÜCELOĞLU/Savaşçı


7 Eylül 2012 Cuma

Edebiyat bir sığınaktır...

 
Ahmet Altan'ın çok sevdiğim bir yazısını paylaşmak istedim :

Henry James bir gün Maupassant’ı ziyarete gitmiş.
 

İki büyük yazar.
 
James huysuz biri.
 
Maupassant delirerek ölmüş... ama o sırada henüz kaderini bilmeyen bir adam.
 
James’i, yanında yüzü maskeli çıplak bir kadınla karşılamış.
 
Üçü birlikte öyle yemek yemişler, Maupassant, o kadının “bir fahişe değil, sosyeteden bir kadın”olduğunu söylemiş; bu, James’in daha da hoşuna gitmiş.
 
Ve, hayran kalmış Maupassant’a...
 
İşin hoş yanı James’in kadınlarla bir ilgisi olmaması, hayatını cinselliğin her türlüsünden uzak geçirmiş bir adam.
 
Ama kadından değil, sahnenin kurgulanış biçiminden, olağanüstülüğünden, unutulmazlığından etkileniyor.
 
Bunun, delirmek için kuluçkaya yatmış bir ruhun armağanı olduğunu bilmiyor elbette.
 
Deliliğin, kendini çıplak biçimde göstermediği bir anda akıllılık kisvesi altında ortaya çıkmasının yarattığı o sarsıcı biçimden hoşlanıyor.
 
Zaten, baktığınızda edebiyat, deliliğin, toplum tarafından kabul edilmesini sağlayan bir akılla giydirilmesidir.
 
Yazarların, yazdıklarını insanlara konuşarak anlattıklarını düşünsenize.
 
Olmayan şeyleri varmış gibi anlatan adamları deli diye alıp götürürlerdi.
 
Yazmak, o deliliği kelimelerle saklamaktır.
 
Yazarların hayatlarına baktığınızda orada genellikle delileri görürsünüz.
 
Onları öylesine büyük ve unutulmaz kılan, bu deliliği saklayacak bir aklı o muhteşem deliliklerinin yanında aynı büyüklükte barındırabilmeleridir.
 
Beni en çok etkileyen ise onların, hayatlarında genellikle gösteremedikleri aklı yazarken gösterebilmiş olmalarıdır.

Edebiyat bir sığınaktır bence.
 
Tek tek her biri korkunç olaylarla dolu günlerden kaçıp edebiyatın içine saklandığınızda, orada tazelenir, arınır, zamanın ağırlığından kurtulursunuz, insanlığın en büyük delileri sizi cümleleriyle hayatın elinden kurtarır, sonsuzluğun iyileştirici ferahlığında sizi de o sonsuzluğun bir parçası yaparlar.
 
Bana bunları yazmak iyi geliyor mesela.
 
Çok azının hayatında aklın izine rastladığımız bu delilerin, yazarken gösterdikleri o muhteşem aklı, deliliklerini tanrısal bir gökkuşağından geçirip yeni hayatlar yaratmalarını, bunları inandırıcı kılacak bir güçle anlatmalarını ilgiyle izlerim.
 
Yazdıkları kadar hayatlarını da merak ederim.
 
Çöken bir akşamın içinizde yarattığı kırılgan titremeler, ertesi sabahla ilgili endişeler, bu delilerin sesleri arasında önemini kaybeder.
 
Kendinize gelirsiniz.
 
Ve dersiniz ki...
 
Bir gün Henry James Maupassant’a gitmiş...

Ahmet ALTAN




13 Haziran 2012 Çarşamba

KOZA








“Gitmeye karar veren hangisidir? Ruh mu ? Beyin mi?....Yoksa ruh mu bedene uyum sağlayamıyor? 
 Kalabalık eşyaları ile ayakkabı kutusu gibi bir evde yaşamaya çalışan bir kiracı gibi yada tersi; büyük bir evde kaybolan çocuk gibi…
Ruhun kendine dar ya da büyük gelen bedenden taşınma gibi bir şansı olmadığına göre tek çare onu ortadan kaldırmak gibi görünüyor.
Tek çare mi? Tek kurtuluş bu mu yani?”

“Oysa ölümün izi aranmaz. Ölen kendi süresini bitirmiştir, kendisi yitirmiştir. Sorumluluk tamamen ona yada kadere aittir. Ölümün izi aranmaz. Çünkü arayan, kendi ölümünün iziyle karşılaşmaktan korkar.”

“Yalnızlık insanın içindedir. Akrabayla, aileyle, arkadaşla falan geçmez. Sadece bir an için unutursun.”

“Ya bu yalnızlığı kabul edip yaşayacaksın ya da diğer insanların başvurduğu yöntemleri deneyeceksin. Evleneceksin, yeni akrabalar, yeni sorunlar edineceksin. Çoluk çocuğa karışıp çok kalabalık olduğunu farz edeceksin falan…”


Koza yazar arkadaşım Sevgi Saygı'nın yetişkinlere yönelik ikinci romanı. İlki daha önce burada bahsettiğim "Gezgin"

Kendisi, daha çok son yıllarda yazdığı sürükleyici çocuk romanları ile tanınıyor (Babam nereye gitti, Amcama neler oluyor ve Şimugula) 

çocuklara romanlar yazacağım diye bizi ihmal ettiğini söylerim hep...

ama o,  ne yazarsa yazsın okuyacağımızı gayet iyi biliyor  :)







30 Mayıs 2012 Çarşamba

Hep böyle olur





hep böyle olur


kendini çok yalnız, çok ıssız hissettiğin,
yazdıklarında değer, yaşadıklarında anlam
bulmakta güçlük çektiğin böyle anlarda
başını göğsüne yaslayıp
ağlayabileceğin
bir dostun çıkıp gelmesini beklersin
ve elini omzuna koyup,
gözlerinin içine, uçurumun dibine bakmasını
bakmasını…

Ve beklediğin olur,
Tanrının eli,
sonsuz sayıdaki domino taşlarından birine dokunuverir
ve varlık dalga dalga
ruhun vadilerinden,
yeniden akmaya başlar
oysa başlayan bir şey yoktur,
sadece, zamanı başlatan Söz
yola çıkarken,
Söz’ün ayak ucunu öpen
o domino dalgasının dudağı
belki milyonlarca yıl sonra
senin kalbinin dudağına
yeni varıvermiştir…


 Cahit Koytak



3 Mayıs 2012 Perşembe

Erkek...






Ben erkek değilim.
Aile geçindiremem, yeni şeyler alamam onlara.
Sivilcelerim ve küçük bir de çüküm var.

Ben erkek değilim.
Futbolu, boksu ve arabaları sevmem.
Duygularımı ifade etmeyi severim.
Hatta kollarımı arkadaşımın boynuna dolamayı.

Ben erkek değilim.
Bana verilen rolü oynamayacağım , Playboy  ve Hollywood'un yarattığı o rolü.
Televizyon bana nasıl davranacağımı söyleyemez.

Ben erkek değilim.
Bir sincabı öldürdüğüm gün bir daha öldürmeyeceğime yemin ettim.
Et yemeyi bıraktım.
Kan midemi bulandırır.
Çiçekleri severim.

Ben erkek değilim. Askere alınmaya karşı çıktığımdan hapse düştüm. Gerçek erkekler beni dövüp bana ibne dediklerinde kavgaya karışmam. Şiddetten hoşlanmam.

Ben erkek değilim. Bir kadına tecavüz etmedim hiç. Siyahlardan nefret etmiyorum. Bayrak dalgalandığında duygusallaşmıyorum. Amerika’yı sevmem ya da terk etmem gerektiğini düşünmüyorum. Bunun gülünç bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ben erkek değilim. Hiç frengi olmadım
Ben erkek değilim. En sevdiğim dergi Playboy değil.
Ben erkek değilim. Mutsuz olduğum zaman ağlarım.
Ben erkek değilim. Kendimi kadınlardan üstün görmem.
Ben erkek değilim. kasık-desteği giymiyorum.
Ben erkek değilim. Şiir yazıyorum.
Ben erkek değilim. Barış ve sevgi için meditasyon yapıyorum.
Ben erkek değilim. Seni yok etmek istemiyorum.

Harold Norse
Underground Poetix Dergisi sayı 9'dan

 


23 Nisan 2012 Pazartesi

Yavaşlık







"ruh huzursuz olunca beden hareket ister" diyor Milan Kundera.

( bloğumda daha önce benzer konuda   yazmıştım.)

sürekli bir eylem içinde olmayı seven insanlar var... 

şaşıyorum onlara …

bazen hareketli olmak bazende durup şöyle bir bakmak gerekiyor bence...    ayağını uzatıp etrafı seyretmek,  kendi içine, hayatına bakmak, içinden geçen sesleri dinlemek filan...

belkide içinden geçen sesleri duymamak, kendinle karşılaşmamak için  sürekli hareket etmek gerekiyordur...

içindeki sesleri duymamak için kendini hareketin geçici rahatlığına bırakıyorsun; yürürsün, gezersin, dolaşırsın... ama hareket bittiğinde içindeki sesler kaldığı yerden devam ediyor.


bu yüzden bir çok insanın durmamacasına hızlı ve hareketli bir hayat yaşamaya çalıştığını düşünürüm, içindeki sızlanan, şikayetlenen, hatırlatan ve bazen suçlayan sesleri duymamak için.


geçenlerde  elime tekrar aldığım "yavaşlık" kitabında Kundera şöyle diyor :


"yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır:
Bir adam sokakta yürüyor. birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. o anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. 


buna karşılık az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan bir insan sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır."


"yavaşlığın derecesi anın yoğunluğu ile doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır."


"çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor."


"motosikletinin üzerine yumulmuş giden bir insan bu gidişin somut bir saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; esrime durumundadır; işi ,karısı, çocukları, kaygıları umurunda bile değildir, unutmuştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur."


anı yaşayarak geçmişten ve gelecekten kurtulabilir miyiz gerçekten?





28 Şubat 2012 Salı

hüzün ki en çok yakışandır bize..





Elimdeki bir kaç kitaptan biri de Cem Mumcu'nun "Kendine Bakma Kitabı". 
Kitapta insanı düşündürten, kendini sorgulatan  yazılar var. 
Bilmiyorum sizin ilginizi çekiyor mu ama bana  anlamlı gelen bazı bölümleri kısaltarak burada paylaşıyorum. 


Bu sefer ki melankoli üzerine...
belki de yaratmanın, üretmenin ve sanatçılığın bir parçası melankolidir kim bilir...



Zannedilir ki melankoli acının peşinden gelir insana. Oysa pek öyle değildir. 

Melankoli acının sonrası veya öncesi değil bizzat kendisidir. Öyle durup dururken, hiçbir şey olmadan damdan düşer gibi iner insanın tepesine. 

Tolstoy ne kadar başarılı, ne kadar mutlu olduğunu düşündüğünün ertesi günü düşer zifir karanlığa. İçinden dalga dalga kalkar ölme isteği. Eros, Thantos’la savaşa tutuşur. Ne mene bir şey olduğunu yaşamayan bilemez. 

Savaş meydan savaşıdır ;  üstelik  meydan insanın kendisidir. İki türlü kanarsın. Tolstoy evdeki silahları kilit altına alır, saklar. Kimden mi saklar? Kendinden tabi. Tetiği çekmek üzere olan da, dolapları kilitleyen de aynı kişidir. 

Kütüğün üstüne konan başla cellâdın başı aynıdır yani.

Bende ilkin küllük arazı başlar. Evdeki küllükler çıkartabilecekleri yangın ihtimaline karşı suyla doldurulurlar ha babam. Yakıp kavuracak olanlar küllükler değildir oysa. İçimden dalga dalga kalkmaya başlayan gece kuşlarıdır.

İnsan,  kendindeki karanlıktan haber alınca kendinden kaçar. Bir yerde bir taraf kazanacaktır. 

Görmedim ama bilirim Hemingway’in kendini uçağın pervanesine atmaya çalıştığını da. Ama çağın hastalığı bu ya hep bilindik nedenler ararız olup bitene. 

Oysa her şeyin bir nedeni yoktur ya da -daha doğrusu- nedenler hep bize görünün cinsten değildir. Aslında en önemli şeyler çoğunlukla bizim görmediğimiz, bilmediğimiz, bilemediğimiz nedenlerle olanlardır. Niye dalgalandığını her zaman bilemeyiz. Ama bazılarında, bazılarımızda başka türlü bir geçmişin izleri vardır.

Melankoli kapkara bir kepçedir. Kendi derinlerimize daldırdığımız kapkara bir kepçe. Ama yukarı çıkardığımız balçık kendi hamurumuza eklenir. Eğer çıkabildiysek karanlıktan, iyi bile gelir. İnsan ki kendi aynasında büyüdükçe küçülür, küçüldükçe büyür.

Şimdilerde çalışıyorlar. Sarmalların arasında hüznün genini bulacaklar sonra hüzne yatkın çocukları doğmadan alacaklar analarının karnından. Hüzün bu sistemde maliyeti arttırıyor zira. 

Yani doğmadan ölecek yakında melankolikler. Ve tabii Tolstoy’lar, Hemingway’ler, Plath’lar, Haşim’ler, Leanardo’lar, Nietzche’ler, Zweig’lar, Pavese’ler ve onların sarmalından gelen insanı insan yapan bütün nesiller.

Cem Mumcu



20 Şubat 2012 Pazartesi

Kendini Gerçekleştirmek




                                                         ihtiyaçlar piramidi




Teoriye göre kişi ancak diğer ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, kendini gerçekleştirmeye odaklanabilir. 
 
Kendini gerçekleştiren insanların özellikleri nelerdir?

Kendi özelliklerini kabul etme ve demokratik dünya görüşü: Kendini gerçekleştirmiş insanlar, geçmişleri, şu anki konumları, sosyo-ekonomik, kültürel düzeyleri ne olursa olsun kendilerini ve diğerlerini oldukları gibi kabul etme eğilimi gösterirler. Suçluluk duymadan ve kısıtlamalardan uzak biçimde, kendilerinden ve hayatlarından keyif alırlar. 
 
Gerçekçilik: Kendini gerçekleştirmiş insanların bir diğer özelliği, gerçekçilikleridir. Bilinmeyen veya farklı olan şeyler karşısında korkulu olmak veya yok saymak yerine, mantıklı bakış açısı sergilerler.
 
Sorun odaklı olmak: Yine bu kişilerin, kişisel prensipleri ve sorumluluk bilinçleri gelişmiştir. Gerçek sorunlarla uğraşmaktan zevk alırlar ve diğer insanların da hayatını güzelleştirmek isterler.
 
Doruk deneyimleri: Bu kişiler de sıklıkla doruk deneyimleri olur. Doruk deneyimi çoşku, merak ve huşu yani handiyse dehşetle karışık saygı, zaman ve mekan kavramının unutulması gibi hislerle belirlidir.
 
Otonomi: Bu kişiler diğerlerinin mutluluk ve memnuniyet tanımlarına uymak zorunluluğu hissetmezler. Bu otantik bakış açısı, kişinin o anı yaşaması ve her deneyimin güzelliğini takdir etmesine sebep olur.
 
Tek başınalık ve gizlilik: Bu kişiler tek başınalıktan (yalnızlıkla karıştırılmamalı) zevk alırlar ve gizliliğe önem verirler. Diğerlerinin dostluğundan zevk alırken, kendilerine zaman ayrımak, kendilerini 
keşfetmeye önem vermek gibi  öncelikleri de vardır.
 
Derinlikli mizah anlayışı: Kendilerine ve durumlara gülebilirler ama başkalarının duygularıyla dalga geçmezler . 

Spontanlık: Açıklık, geleneklere yapışıp kalmamak ve spontan olmak. Genel kabul gören sosyal beklentileri gerçekleştirmek için düşüncelerinde ve davranışlarında kendilerini hapsolmuş hissetmezler. 
 
Yoldan keyif almak: Somut bir hedefleri olsa da, olayları başı ve sonu olan şeyler olarak görmezler. Bir şeyi başarmak için çıkılan yol da önemli ve keyiflidir.

 

Bütün bunlara ne kadar yakınsınız bir bakın.

 
Dahası, size bir sır vereyim isterseniz. Benim bildiğim, gördüğüm, tanıdığım kendini gerçekleştirmiş bireylerin hemen hemen hepsinin temel özelliği piramidin alttaki katmanlarını bir güzel, tıkabasa yaşamış, halletmiş, doldurmuş olmaları değildi. 


Bir biçimde o katmanları çokca değil anlamlı biçimde doldurmuşlar, hatta bazılarını önemsiz hale getirmişlerdi. Güvenlik gereksinimi katmanını geçmek için kapısında güvenliği olan bir sitede oturmayı veya ölümsüz olmayı beklememişlerdi. 

Hele hele ait olma gereksinimi içeren katmandan beklentileri hiç de fazla değildi. Zaten bu katmandan beklentisi fazla olan birisiyle piramidin tepesine ait olan özelliklerin nasıl da çeliştiğini anlamışsınızdır.

Cem MUMCU/Kendine bakma kitabı 









4 Şubat 2012 Cumartesi

Bab-ı Esrar







"ben basit bir yaşama inanırım. Dünya görüşüm de, ahlakım da son  derece basittir. Ayrıcalık istemeden, iktidar olmadan, en doğru benim düşüncemdir demeden yaşamak. Yeryüzünün annemiz olduğuna inanırım, toprağın, suyun, gökyüzünün bütün canlılara ait olduğunu düşünürüm. Tıpkı toprak gibi, su gibi, gökyüzü gibi bilginin de bütün canlılara ait olduğuna inanırım. "


"Ama bildiğim başka bir gerçek var ki, dinlerin hiçbiri perdenin arkasındaki vaat edilen o muhteşem yaşamı kanıtlayamıyor. Hepsi, olmayan bir dünyayı vaat ediyor bize. 

Ama şu an yaşadığımız dünya gerçek; sadece zenginlikler değil, yoksulluklar da gerçek. Açlıktan ölen çocuklar gerçek, hastalıklar gerçek, savaşlar gerçek, giderek daha mutsuz olan insanlık gerçek...

Yeryüzünün her sabahında insanlar gözlerini böyle bir hayata açarken, bunca acımasızlık, bunca yoksulluk, bunca umutsuzluk varken perdenin öteki tarafındaki cenneti düşünerek yaşamayı ben kendime yediremiyorum. Böyle bir cennet olsa bile kendime yediremiyorum.

Ben iyiliği, sadece iyilik olsun diye yapmayı seviyorum, kötülükten kaçınmayı, kötü olmadığım için yapmayı istiyorum. İyi olduğumda birinin bana ödül vermesi ya da kötü olduğumda birinin beni cezalandırmasından korktuğumdan değil. 

İyi olmak için bir efendiye ihtiyacımız yok. İyilikte kötülük de içimizde. Önemli olan yaşarken neyi seçtiğin hem de cennet ödülü ya da cehennem cezası olmadan. Hem de ölüp gideceğini bile bile. Perdenin ötesi diye bir yerin olmadığının farkında olarak. Benim payıma düşen de buymuş, teşekkürler hayat diyerek.

Bence yaşamak bu kadar basit, aynı zamanda güzel, bu kadar heyecan verici. Bütün mesele sahiden alçakgönüllü olabilmekte"






Ahmet Ümit'in sürükleyici romanı mevlana, şems, sufilik, mevlevilik hakkında bir çok bilgi verirken, bu konulara daha önce dillendirildiğini duymadığım yorum ve  eleştiriler de getiriyor...





19 Ocak 2012 Perşembe

"Hepimiz Hrant'ız"




"Hepimiz Hrant'ız"


Sevgili eşine yazdığı o, yürekleri dağlayan mektubuyla bu şiire esin veren Rakel Dink Hanımefendi'ye...


seni tanımıyordum, Hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada, kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük, destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir erinçle
uyurkenki resmini,



hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
şeyler uğruna olsun isteyecek herkese,
her ölümlüye benzeyen güzellikte...
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
zorbalarıyla baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını, yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu hisseden
mahallenin sessiz yetimlerine
güç veren dirilikte
uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,



artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, Hrant gibi,ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
Agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;



Agos gazetesiyle örtsünler, ne fark eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim, potinlerim,
bir de -biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere, çömez muhabirlere-
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde...



ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, İsa Peygamber'inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı başardığın
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler...



hani şu, sen susunca, senin şu koskocaman,
Tanrı'nın eliyle okşanmışçasına sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
'sessizliğin sesi'ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
'tedirgin güvercinler'...
seni tanımıyordum,
fazlaca tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, Hrant Dink, senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
Tanrı'nın 'Meryem Ana' evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, 'bizimkiler'!



kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, Tanrı'yı bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
O'na ait olduğunu bilsinler!



seni tanımıyordum evet, tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağınlan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,



vursalardı beni de, senin gibi,  Hrant Dink,
 bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir 'karambol' eseri
Balıklı Mezarlığı'na defnetsinler isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret'in,
Hamparsum'un, Nikolaki Ağa'nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
'Ermeni' toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?



örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, Hrant Dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün 'tedirgin' sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, 'eskilerin' sözüyle,
'sınıfsız ve devletsiz',
çitsiz, çepersiz, çetesiz
çayırlarında, ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
Tanrının adını, yalnızca O'nunkini
yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!



ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
şevkini veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerine...

26 Ocak 2007
Cahit KOYTAK


17 Ocak 2012 Salı

Pişmanlıklar ülkesi

İnsanlar neden zayıf kalmak ister çözdüm ben. Hedef ne fotoğraflarda daha zarif çıkmaktır, ne de sıfırın altında eksi bedenlerden başka çözüm sunmayan genel geçer hazır giyim falan filanlarında kıyafet bulabilme özgürlüğüne biraz daha sahip olmak.

Esas amaç, zamanla köşe kapmaca oynamaktır ve belki de zamanı durdurduğunu sanma yanılgısına kapılmak.

Çünkü eski resimler yüzünüzdeki gerginliği gösterebilecek kadar net değildir aslında. Çünkü eski resimlere baktığınızda, şimdiki zamanla aradaki 7 farkın 6 sının da kilo ile ilgili teferruatlar olduğunu bilmektir diyetisyenlere bel bağlamanızı sağlayan. Geriye kalan bir ise, sadece ve sadece modası geçmiş kıyafetlerdir ki onlar da görmezlikten gelinebilir.

Bir zamanlar,  bir kitabında dediği gibi Erich Fromm’un (ki o aslında Freud kadar ünlüsü varken bir çoklarına göre sadece ve sadece “kim?”dir) dediği gibi, insanların neden delirdiği değil de neden delirmediğini incelemelidir bilim. Çünkü insanoğlu yokolucağını bilen tek canlı değil midir?

Ve öyleyken böyle. Metabolizman git gide yavaşlar ve zaman git gide hızlanırken bodoslama kabire (doğru),  zayıf kalmak için çırpınırken sen, hiçte komik duruma düşmemektesin sadece zamanın hükmüne karşı zavallılığının altına bir imza daha atmaktasın bence.

Ölüme inat,
Korkulara inat,
Bir paket daha bisküvi açarken ise kendini korkusuz hissetmektesin. Bu bir “tokluk” grevi.
Yaşasın hayat!
Yaşasın mutluluklar ama pişmanlıklar ülkesi…



11 Ocak 2012 Çarşamba

hiç söyleyen oldu mu sana...






SOL ELLE YAZILANLAR


bunu hiç söyleyen oldu mu sana,
sen ey, hazır yiyici, hazır giyici
sıradan okuyucu:

her söz senin gözlerinin içine
bakılarak söylenir
söylenmesine, ama

sakın kusura bakma,
sözün aslı, sözün hası
senin için değildir!

sözün aslı, sözün hası,
önüne dikildiğin
ve göz göze gelmemize

engel olup durduğun
büyük okuyucu içindir,
henüz doğmamış olan içindir

o doğmamış olan ki,
bunları okuyacak ve bunlara
‘henüz yazılmamış olanı’ı ekleyecek

bunları okuyacak
ve bunlara kendini
ve zamanını katacak

ve bunları aşacak
ve kendini aşacak
ve çağını aşacak.



Cahit Koytak

Yoksulların
ve şairlerin kitabı



9 Ocak 2012 Pazartesi

Jeyizlerimi de getirdim jeyizlerimi de......


İlkokuldayken, öğretmenim anneme şaşkınlık içinde demiş ki “Binnur bana küstü!”
Ulen öğretmene küsülür mü?
Küsülür işte, eğer gençsen ve masumsan, çıkar kaynağının kim olduğunu takmıyorsan, senin ruhunun kitabına uymayan bir iş yapanın defterini (geçici bir süre de olsa) kapatıverirsin biter.

Konu da öyle mühim bir konu değil üstelik. Neymiş, beni sınıf başkanı seçmemiş. Fakat daha sonrasında öğretmenimin benden aldığı dersten ziyade benim olaydan çıkardığım sonuç daha önemli. Sayemde sınıf başkanı ayda bir değişir olmuş, benden öte keyiflisi mi var! Elbette ikinci ayın başkanı benim. Ve ne öğrendim! Sessizlik  insanları ürkütür. Hele ki normalde çın çın çınlayan bir minik cam çansanız…

Fakat sessizlik bazen istediğinizi elde etmek için değildir. Gerçek bir çaresizliktir.
Bazense küskünlük
Bazense cezalandırma. İşin ilginci ceza dediğiniz şey tam da karşınızda durana biçilmiş bir eziyet değildir. Direk kendinize, kalbinize soktuğunuz bir hançerdir sessizlik.

Nicedir yazmıyorum mesela ben.

Ve Balkanlardan Türkiye’ye  nice zahmetlerle getirtilmiş Aysel’e mikrofon uzatıldığında, neredeyse ilk kurduğu cümle gibi:
“jeyizlerimi de getirdim jeyizlerimi de…” ezberinde bir cümlem var:

“Ben yazsam ne olacak moruk?”

Ehehe
Vay anasını gülmek istiyorum sayın seyirciler.
Ne bekliyordun ki zaten?

Psikologum (ki kendisi israrla benim psikologum olmadığını 20 senedir iddia etmektedir. Durumumuz “yahu bu ilacı kullanma alışkanlık yapıyormuş. Yok canım ne alışkanlığı, ben 20 senedir kullanıyorum bir şeycik olmadı fıkrası dozundadır) ise şöyle demektedir:

“Sen ‘ben buna değmem!’ modundasın. Kendini küçük görüyorsun”

Bu arada psikologum kendisine atfettiğim sıfatlar arasında en çok arkadaş-dost kısmını beğenmekte. Bu iyi bir şey tabi. Demek ki  bir dost olarak daha çekilir ve kıymetliyim. Ancak benim doktoruma Allah sabır versin.

HA bir de bana “kuzen” de dedğini unutmamalı tabi. Bu sıfat ise beni içten içe düşündürmekte.
Kuzen bir akrabadır çünkü. Sen seçmezsin, kader onu sana biçer. Atsan atamazsın, satsan satamazsın. Yolda yanlışlıkla bastığınız sakız gibi bir şey anasını satiim. Yol boyunca sizinle.

Neyse.

Peki bu göğsü kınalı serçe de ne?

O da benim.

Son zamanlarda bol bol yemekteyim. Göbeksel olarak durum bu. Kınalı bir taraf ise şimdilik yok.
Ancak kalemimi kırmaya devam edersem kısmet olur da 80li yaşlarımı görürsem geçmişe baktığımda kendime reva gördüğüm komplekslerden dolayı bir taraflarıma yakacağıma eminim.



3 Ocak 2012 Salı

tenimizdeki diken...






        SCHOPENHAUER’DAN :
·          
  • Endişelerimiz ve kaygılarımızın yarısı başkalarının bizim hakkında düşündüklerinden kaynaklanır.Bu dikeni tenimizden çıkarmalıyız...

  • Hangimiz,  başkalarının ne düşündüğünü fazlasıyla önemseyen birini  –bu kişi kendimiz de olabilir- tanımayız ki? Böyle bir kişiye bir soru sorulduğunda yanıt için kendi içine bakmaktansa yanıtı dışarıda arar; hangi yanıtı istediklerini ya da beklediklerini görmek için diğerlerinin yüzlerini tarar.

  • İyi bir izlenim yaratma isteği o kadar güçlüdür ki pek çok idam mahkûmu, idama giysilerini ve son hareketlerini düşünerek gitmiştir

  •  Oysa başkalarının fikirleri her an değişebilen bir hayaldir. Fikirler pamuk ipliğine bağlıdır ve insanı başkalarının ne düşündüğüne ya da daha kötüsü ne düşünüyormuş gibi göründüklerine köle eder (çünkü gerçekte ne düşündüklerini asla bilemeyiz)

  • Gerçekten önemli olan tek şey ne olduğumuzdur. İyi bir vicdan iyi bir şöhretten daha anlamlıdır. İçsel dengimiz,  bizi rahatsız edenin olaylar/durumlar değil, onları nasıl yorumladığımız olduğunu bilmekle sağlanır. Yani hayat kalitemiz deneyimlerimiz tarafından değil de, deneyimlerimizi yorumlama biçimlerimiz tarafından belirlenir.
  • Maddi zenginlik ulaşılamayacak bir hedeftir.Ne kadar çok mala sahip olursak,o kadar fazlasını isteriz. Zenginlik deniz suyu gibidir : içtikçe susuzluğumuz artar. Sonunda biz mallara değil - onlar bize sahip olur.

      (bildiğimiz şeyler ama bazen yeniden hatırlamak gerekiyor)