15 Nisan 2011 Cuma

Sezmek bilmekten daha iyidir







    "Kadın iki gözü iki çeşme, saçları dağınık,dizleri ahh çekilip
dövülmekten yamyassı; kocasının dün akşam ruhum daralıyor diyerek evden çıktığını bir daha da geri dönmediğini söylemişti.

Çocuklar analarının iki yanını geçip yan yana sıralanmıştı o sırada ve muhtar, dört boncuklu bir tespihe benzetmişti onları;"imamelerini arıyorlar" demişti."

   "Kadın, kocasının dün neler yediğini, neler konuştuğunu,
 dükkandan eve gelirken gökyüzündeki kuşlara nasıl baktığını, küçük kızını eşikte nasıl tokatladığını ve ruhum daralıyor diye içini çektiğinde  sırtında hangi gömleğinin bulunduğunu anlatmıştı sonra; onun nereye gitmiş olabileceğini, öldürülüp bir dereye mi atıldığını, akbabalara yem mi olduğunu, yoksa kayalıklardan mı yuvarlandığını ya da kırlara mı karıştığını sormuştu."

   "Muhtar,bin yıllık muhtar gibi her şeyi ölçüp biçerek, sabırla
dinlemişti onu..."


   "Gene de muhtar o gün, Nuri'yi kartal çığlıklarıyla
çınlayan kayalıkların arkasında yada sapsarı bir ağıt hüznüyle
genişleyen ovanın öteki ucunda görebilecekmiş gibi dama çıkıp

tezek yığınlarının arasında gezinmiş, aşağıya indiğinde hiç gereği
 yokken dananın alnını okşamış ve Cıngıl Nuri'nin karısına doğru yürürken, kendisi Nuri olsa ve ruhu bir iğne deliği kadar daralsaydı şu üç çocuklu kadını bırakarak nereye gidebileceğini düşünmüştü."

   "Bu düşünce korkutmuştu onu ;içinde kocaman bir boşluk yaratmıştı.
Sonra, kırk iki yıldır yaşadığı bu köyün taşına toprağına,köpeklerinin sesine, gübre kokusuna, hatta rüzgarlarının  keskinliğiyle otlarının çıtırtısına ruhu, gözleri, derisi ve kulaklarıyla sımsıkı bağlandığını, artık istese de bir yere gidemeyeceğini anlayarak Nuri olmaktan vazgeçip kendi bedenine yerleşmiş; alnını  kırışıklıklarını, gözlerini ve uykulu yüz çizgilerini takınarak kadının önüne gelip durmuştu."

"Sence ,nereye gidebilir?"

   "Kadın gökyüzüne bakmıştı uzun uzun; muhtarın sorusunu
Tanrı'ya aktarmıştı sanki, yanıt alamamıştı, ya da yanıt verilmişti verilmesine de işitememişti. Bu sırada muhtar,kadının bakışlarında
derin bir boşluk görmüştü bir an ve sonraki yıllarda, sık sık
 anımsamıştı  bu bakışları; her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inanmıştı..."

Bloğu  Marcel Proust 'tan kurtarmanın zamanıdır.

Hasan Ali Toptaş son yıllarda Levent'le birlikte keşfetmekten büyük zevk aldığımız ve okumalara doyamadığım yazarların başında geliyor.
Henüz okumadıysanız çok geç kalmışsınız demektir.
Gölgesizlerden başlayıp Uykuların Doğusu ile devam edin derim.

Okuruna şöyle sesleniyor Toptaş;

 "  masaya oturmadan önce benim yapmam gereken en önemli iş seni unutmaktır biliyorsun. Unutamazsam, asla yazamam çünkü; elimde kalem, öylece kalakalırım kâğıdın başında. Ardından da, ne kadar uzak ve anlayışlı olursan ol, özgürlüğümün senin varlığınla kuşatıldığını düşünürüm. Bakışlarının, ne yapıp edip benim atacağım adımları şekillendireceğini düşünürüm sonra. Dahası, senin varlığında eşsiz güzellikler oluşturan bazı zayıf noktaların beni kışkırtacağını, içimde uyuyan ezeli boşlukları harekete geçireceğini, bu hareketlerin de beni tutup sana yaranmaya çalışan tuhaf bir kılığa sokacağını düşünürüm. Doğrusu, hayalimde büklüm büklüm bazı gölgeler belirir de, yüzüm içe doğru nar gibi kızarır böyle zamanlarda. Bir yandan da, fena halde korkarım tabii. Sana yazmaktan değil, senin için yazmaktan korkarım. Başka bir ifadeyle, senin için yazmakla sana en büyük kötülüğü edeceğimden korkarım.


"İşte, bu yüzden, yazmak için kâğıdın üzerine eğildiğimde, yazdıklarım ille de bir yere varacak, bir yeri aşacak ve varıp aşacağı yere ille de bir işaret konacaksa, oraya seni değil kendimi koyarım ben. Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye, benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinden şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.

Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.

Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem.

Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence.

Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."



6 Nisan 2011 Çarşamba

eylemsizliklerin en güzeli...

Benim için, bir yazarın değerini, ya da belki de bana ne kadar hitap ettiğini anlamanın yollarından biri kalemden geçer.
Ancak bu kez sözü geçen kalem, yazarın değil okuyanın tuttuğu kalemdir.


Bir yazar ile ilk tanışmamda, şüpheli bakışlar ve temkinlilikle adılmış adımlarla cisimlendirilebilecek (ya da belki metaforize edilebilecek de denebilir) bir okuma tavrının gereken süresi harcanıp bittikten sonra ne yaptığım önemlidir.


Evet ne yaptığım!

Tamamen bir et çuvalı olarak gördüğüm insan bedeninin en parlak, en ışık dolu ve en saydam (ki bu sonuncusunun miktarı sahibinin içtenliği ya da içten pazarlılığına göre değişir) yegane yeri olan gözler okuma eyleminin en hareketli noktaları olmak zorunda olduğuna göre onların bir mekik gibi sağdan sola, soldan sağa şeklinde seyreden devinimlerini eylemden saymazsak eğer, okuma eylemsiz bir eylemdir nasılsa...


İşte bu doğası eylemsizlik olan etkinliğin içine eylem katabilen yazar benimdir.

Benim sevdiğimdir, bağlandığımdır ve sadık kalacağımdır.


Büyüsü eylemsizlikte yatan okuma eylemi sırasında dinlenmekte olan bir masum hayvan görüntüsü çizen bedenime hafiften bir huzursuzluk, bir kıpırdanma hasıl olmuşsa eğer, bu okunmakta olanın içeriğine dönük bir olumsuzluğa değil, aksine olumluluğa yorulmalıdır.

Ki tüm bu laf kalabalığının, Nihalcim, çıkış kaynağı aslında tek bir paragraftır:

"Bir yazarın ne kadar iyi olduğunu anlamam için okuma esnasında yakınlarımda bir kalem olmadığına hayıflanmam gerekir..."


Kalem yoksa satırların altı çizilemez, ancak içinde kalem olmadığına emin de olunsa hemen yanıbaşındaki çekmeceler kurcalanmadan rahat edilemez. Ancak kitap o kadar tatlı gelir ki, kalkıp ta yerinden kalem olan bir yere gidilemez.


İşte bu yüzden Nihalcim, önerimle benden aldığın bir kitabın güzel olduğunu anlaman için onun içinin ya altı çizili satırlarla dolu olması gerekmektedir, ya da çizilememiş satırlarla....



Çık bakalım işin içinden!


:)